5 Ocak 2010 Salı

Dön Dolaş Gel Başa

Ne zaman başlar, ne zaman biter bu hayat bizim için? Aslında hayat değildir biten, bizim süremizdir bu hayattaki. "Hayatım sona erdi" sözü sahnedeki rolümüzün sona erdiğinin bildirimidir. Peki bu rol nedir... Yarış değilse bu yaşam; bir kazananı, bir kaybedeni yoksa eğer neden ve neyin peşinden koşuyoruz durmadan. Nerede başladığını bilmediğimiz bir hikayenin sonunu nereye bağlamaya çalışıyoruz? Çok gezen mi yoksa çok okuyan mı bilir çatışmasında ikisinin de aslında çoklaştıkça karmaşıklaştığı ve bildiklerinden bile şaşırttığını düşünüyorum. Öğrenmenin ne yaşı ne de sonu yoksa eğer gezmek görmek kadar okumak da gerekir eş zamanlı. Bir de öğrendiklerini hayata uygulamak.

Yarış olmasa da bu hayat bir şeyler kazanmak için gayret ediyoruz hep. Bir sınav sonucu okula, bir mülakat sonucu işe giriyoruz. Para kazanıyoruz ve bir şeyler olmaya hak kazanıyoruz zamanla. Evlenebilmek için kalbimizi çalan kişinin kalbini kazanıyoruz ki bu hayatta kazanılması en zor olanlarından biri bu bence. Pekiyi bütün bunların sonucunda başarılı bir yaşam için yapılması gerekli olan nedir? En iyi okulu kazanmak, en iyi işe girmek ve çok para kazanmak mı? Yoksa en güzel kızın kalbini kazanıp evlenmek mi? Hepsini bir arada yapabilen çok az şanslı insan vardır herhalde. Ya da şansını kendi yaratan.

Hasbelkader gözlerimizi açtığımız bu dünyada yürümeyi ve konuşmayı öğrendikten sonra mücadele başlıyor bizim için. Okul çağında uzun bir maraton, sınıfları atlamayı hedefleyerek geçiyor. Her bir sınıf bir öncekinden zorlaşıyor. İlk, orta, lise derken, bir çoğunun 'hayatımın sınavı' diye düşündüğü, üniversite sınavları ile yön çiziyoruz hayatımıza. O bitiyor, erkeklerin her işini engelleyen askerlik alıyor sırayı. Öncesi veya sonrasındaki master ve yüksek lisans girişimlerini saymıyorum bile. Bütün aşamalar tamamlandıktan sonra 'hayat mücadelesi' ya da bir başka deyişle 'ekmek kavgası'nın içinde buluyoruz kendimizi.

Bütün bu aşamalar geçilirken geride kalan eksik kalıyor hayatta. Bir adım öne geçenler başarılı, tökezleyenler başarısız olarak addediliyor. Er ya da geç her şey eşitlendikten sonra ise hayatı paylaşacak kişinin eksikliği sizin eksikliğiniz oluveriyor bir anda. İş gittikçe zorlaşıyor. Varsa önceden beri biri, yolu yordamı ile birleştiriyorsunuz yollarınızı ama yine her şey bitmiyor. Bir iki sene geçtikten sonra bu birlikteliğin ürünü beklenmeye başlanıyor. Oldu, olmadı, olsun, olmasın derken hayattaki en büyük mutluluklardan biri olduğuna inandığım duyguyu tadarak yeni bir yaşam sunuyorsunuz bu hayata...

İşte o noktadan sonra her şey başa dönüyor. Yürümesi, konuşması, okulları, işi, gücü derken hayatınızın onun hayatı doğrultusunda geçtiğini fark ediyorsunuz. Eğer ki yaşantınız bu olası süreklilikte seyrederse, bu döngünün içinde olduğunuzu fark ederek "şu iş bir hallolsun ondan sonra..." diye bir cümle kurumuyorsunuz hayatta. Ne bir sınavı kazanmakla, ne bir işe girmekle, ne de evlenmekle bitiyor hayatın tasası da neşesi de. Güzelliği oradan geliyor yaşamanın.

Başarılı bir hayat sürmek içinde bütün bu çarkın sıralı dönmesine gerek de yok. Yumruğun havada olduğu müddetçe ayakta kalırsın. O yumruğu oluşturan beş parmak; sağlığın, ailen, dostun, arkadaşların ve aşkın yerinde ve sağlamsa eğer. O zaman mutlu olursun ve neyi kazanıp neyi kaybettiğinin önemi kalmaz. Avuç içi kadar mutluluk yeter de artar bu hayatta.

Hiç yorum yok: