28 Aralık 2009 Pazartesi

Göremediklerim

Göreme'den geldik bu hafta sonu... O kadar keyifli bir geziydi ki yukarıdaki cümlenin kesme işareti koyulmadan yazılmış halinin okununca değişen anlamına bile gülüp durduk. Bir iki güne yayılmış programda daha önce hiç görmediğim on iki kişiyle beraber o vadi senin bu baca benim gezdik hiç oturmadan. Tur on iki kişiydi, üçü biz. Görmediğim on iki kişiye tamamlayanlarsa rehber ve iki şoför. Onlar kimbilir kaç kez gelip gitmişlerdi o yollarda ve kaç kişiye eşlik etmişlerdi aynı yerlerde. Bizi etkileyen manzaralar onlar için birer sigara molası olmuştu çoktan.

İnsan insana benzer ya her birinin içi ayrıdır aslında. Silüetler benzese de mekanlar gibi, yaşanmışlıklar ayırmıştır her birini bir diğerinden. Gezilen yerler yıllarca yerinde durur ama insanlar hep hareket halinde yaşar. Gittik gördük o yerli yerinde duran yerleri, denk geldiğimiz on iki kişi eşliğinde. Onlarla keyifli oldu tur onlarla anlamlı. Göremediğimiz milyonlarca kişiyse başka bir zamana, başka bir mekana kaldı.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Obsesif Hareketler Bunlar

Benimkiler beyaz ama aynen bu şekilde üst üste duruyor çekmecemde. Bir tarafta kollular, bir tarafta kolsuzlar. Havanın sıcaklığına göre en üsttekilerden birini seçip geçiriveriyorum boynumdan. Eve yürüyerek döndüğüm için terlemişsem yenisiyle değiştiriyorum, yoksa sabaha dek sırtımda taşıyorum onu ve sabah duş aldıktan sonra bir yenisi alıyor eskisinin yerini. Temizler üst üste sırasını beklerken, kirliler sepette kucak kucağa birikiyor.
Birikenler yıkanınca katlanıp azalmış temizlerin üstüne yerleştiriliyor. Sonra döngü aksamadan devam ediyor. Fanilalar ve atletler yıkanıp paklanıp çekmeceye diziliyor. En altta kalan bir kaçına sıra gelmeden diğerleri eskiyip duruyor böylece. Hep en üstteki çekilip çıkartıldığı için sıra hiç alttakilere gelmiyor bir türlü. Misal on atlet varsa bunlardan ilk beş altı tanesi haftada bir çalışan çamaşır makinesinin içinde dönüp duruyor. Diğerlerinden bir iki tanesiyse anca ayda bir görüyor hem benim hem de makinenin yüzünü.

Sonra aynı şey mutfakta da oluyor. Bardakları yerine dizerken mutlaka arka sıralarda kalmış henüz kullanılmamış olanlar göz kırpıyor insana. Tabaklar desen öyle. Evde iki kişi olduğumuz için minimum altılı olan takımların altıncısını nadiren kullanabiliyoruz. Hele on iki parça olan yemek takımlarının 12.sinde siftahımız yok belki. Tuş vaziyetinde duran kaşıklar, nakavt olmuş çatallar... Üzerlerinde eskiyenleri taşıyorlar sadece. Ömürleri sıra beklemekle geçip gidiyor.

Hayat da böyle işte. Sırası gelemeden geçip gidenlerle dolu. Biz önceliklerimize yer verirken, yetişemediklerimiz bekleyip duruyor uzanacak bir elin onları çekip çıkarmasını. Bu uzun zamandır gidilemeyen bir yer, dinlenemeyen şarkı, izlenemeyen film, okunamayan kitap olduğu gibi görülmeyen biri de olabilir. Ailemizdekiler ve dostlarımız bizim iç çamaşırlarımız gibidir. Her gün mutlaka bizimledirler. En çok onlara ihtiyaç duyarız ve herkes için bu böyledir. Bizi sarar sarmalar ve güvende hissettirirler. Koruyucudurlar. Kıyafeti bin bir çeşit insanlar olsa da hepsinin içlerinde mevcuttur. Arkadaşlarımız da su içtiğimiz bardaklar gibidir. Kimi zaman dolu bir bardak su içer, bazen ince belli bir çay keyfi yaşarız onlarla. Ya da oranı birbirinden farklı alkol içeren kütlesi değişik bardaklar tutar ellerimiz. Çatal, kaşık ve bıçaklar da bizim yaşamımızı sürdürmemiz içen gerekli diğer şeyler gibi. Her biri bir başka lezzete ulaşmamıza vesile.

Neyi neye benzetirseniz öyledir hayatınızda. Her şeye ve herkese yer vermek imkansız elbette. Yine de sürekli üste veya öne koymaktansa alta, arkaya yerleştirdiğimizde atleti, bardağı ya da çatalı hayatta daha çok yer vermiş oluruz hepsine...

20 Aralık 2009 Pazar

Bir Çift Göz

Bir çift göze kurban olunur mu diye sorsam gönlüme,
Vereceği cevaptan korkar bedenim...

Hayat sevdiklerinle güzel,
O zaman ömre bedel.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Olmayacak Düş

Ufak bir ümit
Bir anlık acaba
Olamayacağını bildiğim bir düş
.
Sen ve ben
Uzak ufuklardaki
İki insan
.
Sonunu bile bile
Bana ne diye diye
Göz göre göre
.
İşte sen de uçuyorsun
Bir daha dönmemek üzere
Ben de geri dönüyorum
Tekrar eski benliğime
Yalnızlığıma
.
09.1995

6 Aralık 2009 Pazar

Çeyrek Umutlar, Amorti Hayatlar

Bir yılbaşına daha yaklaşırken ellerinde umut dağıtan amcalar, teyzeler belirmeye başladı ortalıkta. Yeni yılı karşılarken, daha o gelmeden çıkar gözeten yapay bir kutlama telaşı da sardı herkesi. Gelene bir şeyler ikram edilir bizim kültürümüzde aslında ama biz her yeni yıl gelişinde illa ki ondan bu sefer bize çıkarmasını istediğimiz bir ikramiye arzusu ile kucak açıyoruz. Sonra laf olsun diye sağlık, barış ve mutluluk kelimeleri ile süslü cümleler. Pekiyi kendimize hiç soruyor muyuz; biz yeni yıla neler vereceğiz? Mesela beklediğimiz ikramiye yerine biz ne kadar hediye dağıtacağız? Onun bize mutluluk getirmesini beklemeden biz kimlere mutluluk vereceğiz? Yeni yıl bize vermeden biz ona ne anlamlar yükleyeceğiz; yeni bir iş, yeni kurulan arkadaşlıklar, yeni bir yaşam belki de...

Beklemekle ömür geçer. Umut elbette tükenmez bu ömür boyunca ama umutları uyutmadan taze tutmak için beklemekten çok eklemeliyiz.

24 Kasım 2009 Salı

Sancılı Tercihler

Çocuk yaşta düştük bu sevdaya. Vesile olanlar elbette oldu ama gösteren olmadan bulduk kendi yolumuzu. Başka renkler emanet durdu üzerimizde, siyah ve beyaza bürününce eşleşti ruhumuzla bedenimiz. Adını andığımızda içimiz ürperdi, gözlerimiz ışıldadı hep. Önceleri uzaktan yaşadık sevdamızı. Radyo başına mıhlanıp, TRT'nin dönüşümlü yayınlarında yapılan her bağlantıda gol haberi duyacağımızın heyecanıyla bekledik. Tek kanallı dönemde de renklenen ekranlarda da siyah beyaz formayı görmek için kilitledik gözlerimizi ekrana. Onların sahada olduğu her an hayatı durdurduk, sustuk... Duyduk, gördük ve tadına doyamadığımız bu aşkı içimizde hissettikten sonra duramadık yerimizde. Havayı koklamak için adımlarımız onun olduğu yere yöneldi ve sürekli haykırdık sevdamızı.

Babamın elimden tutup da Kadıköy'de oynanan Şenol Güneş'in jübile maçına götürdüğü gün dün gibi hatırladıklarımdan en eskisi. Gittiğim bu ilk maçta, numaralı tribünde babamla beraber Trabzon tarafından seyredişimiz, maçın 4-1 Beşiktaş'ın galibiyetiyle sona ermesi, Şenol Güneş'in fileleri öptükten sonra helikopterle stattan ayrılışı, Sinan Engin'in kırmızı kart görmesi kalmış aklımda. Maç kadar hemen yan tarafımızda bulunan Beşiktaşlıları da seyrettiğimi hatırlıyorum bir de. Bir sene sonra yine aynı stadın maraton tribününde ve Fenerlilerin içinde seyrettik maçı. Mahalleden Fenerli bir arkadaşımla beni götüren yine babamdı ve o günde yandan yandan baktım tribündeki Beşiktaşlılara. Ferdinand'ın muhteşem golü çıkmayacak şekilde yerleşti hafızama. Benim de kendimi ait hissettiğim yere yan baktığım son gün oldu.

Galatasaray'ın şampiyon olduğu önceki yıl Kadir ve Ulvi ağlarken ben de içime akıtmıştım göz yaşlarımı. Uzaktan sevdiğim takımın şampiyonluğu kaçırması yolumdan çevirmemiş aksine daha da bağlanmama sebep olmuştu. 88'de yine Galatasaray ve 89'da Fenerbahçe şampiyonluk yaşarken ben üç yıl boyunca ikinci olan Beşiktaş'ı sevmeye devam ettim. 90 senesinde artık tamamen Beşiktaşlı olarak her maçı ya radyonun başında ya da televizyon karşısında takip ediyordum ve şampiyonluk sevincine ortak oluyordum. Ertesi sene yine böyle bir maç öncesi odamda tüm hazırılıklar tamamlanmışken, siyah-beyaz bulunan her şey sağa sola asılmışken babamın sesi geldi salondan, ailece gezmeye çıkacaktık. O zamanlar ben de henüz küçük radyolardan da olmadığı için maçı kaçıracağım anlamına geliyordu bu. İstemeye istemeye çıktım evden. Gittiğimiz yerde yemekten sonra yürüyüş yaparken uzaktaki bir radyodan gelen spikerin sesine doğru koşar adımlarla yaklaşıp dinleyen amcalara skoru sordum. Yeniliyordu Beşiktaş ve maç bitmek üzereydi. Yenilemezdi Beşiktaş, yenilmemeliydi. Kendimi o kadar kötü hissetmiştim ki herhalde o gün kalede golleri yiyen Engin bile benim kadar üzülmemiştir. Ligin bitimine altı hafta kala takip etmediğim ilk ve tek maçın kaybedilişini kendi suçum olarak görüp affetmemiştim kendimi. Ben dinleseydim kazanırdı Beşiktaş.

İki sene üst üste gelen şampiyonluk sonrasında artık tribünde olma isteğim önlenemez bir hal almıştı. 91 senesinin Eylül ayının ilk gününde sezonun ilk maçı İstanbul'da Gençlerbirliği'yleydi. İnanılmaz bir yağmura rağmen İnönü Stadı'nın tribünlerinde yirmi binin üzerinde seyirci vardı ama ben annemden alamadığım vize sonrası Beşiktaş'la ilk resmi buluşmamı iki hafta sonraya ertelemek zorunda kalmıştım. Ve 14 Eylül 1991... Evden tek başıma çıkıp soluğu kapalı tribünün koltuklarında alışım. Stadyuma girdikten sonra merdivenleri hızlıca çıkıp da sahanın yeşilliğini gördüğümde içime dolan mutluluk. Kimseyi tanımadığım bir yerde tek bir söze ortak haykırış ve her golde sarılmalar. Girerken polis aramasında annemin hazırladığı torbadan çıkan kaya gibi kocaman bir elma sonrası "Bu ne lan ?! Bunu hakemin kafasına atsan yarılır.." diyen polise bir ısırıkla "elmayı atmayacağım, yiyeceğim" deyip de içeri bir elimde torba diğerine ısırılmış elma ile girişim milattır benim. Yıllar boyu defalarca o kapıdan içeri giriyor olacak olsam da heyecanım hiç azalmayacaktı. Hatta başka başka statların merdivenlerini hep o çubuklu formayı izleyecek olmanın heyecanı ile arşınlayacaktım...

Yıllar geçtikçe kah tribünden, kah televizyondan ama hep takibe devam ettim maçları. Maçla aynı saate gelen organizasyonlar, programlar veya teklifler de hep ızdırap oldu. Kimi ertelenebilir olanları başka zamanlara erteledik ama kimileri de bedenimin uzakta, ruhumun statta olmasına sebep oldu. Ailece gidilen Cemal Reşit Rey Konser Salonu'ndaki bir dans gösterisinde mini radyoma bağlı kulaklıktan dinlediğim Ankaragücü maçındaki gollerin sevincini unutamam mesela. Lisedeyken gündüz oynana kupa maçlarını sınıfın bir kaç köşesinde dinlenen radyolarla takip ederdik. 'Gol olmuş' haberlerinin çoğu yalan çıktığından kendi radyomdan dinlemeyi yeğlerdim. Bir keresinde Trabzon'da Feyyaz'ın attığı gol sonrası ön sırayı nasıl tekmelediysek sınıfta acayip bir gürültü kopmuştu. Üniversiteye gitmeden ablamın nişan yemeğinde bile garsonu "Pardon bakar mısınız?" diye çağırarak, maçın skorunu öğrenmesini istemiştim. E tabi sofrada ajan gibi kulağında kulaklıkla oturmak o zamanlar abesti, şimdiki gibi telefonve kulaklıkları yoktu. Doğum günleri, düğünler gibi ertelenemeyecek programlar hep sıkıntı yaratmıştır kombinesi cebinde olanlar için. Ne zaman bir düğün davetiyesi gelse hemen fikstürü arar gözler. O hafta içeride miyiz, dışarıda mı bakar ve eğer içerideyse maç aynı güne denk gelmemesi için dualara başlarız. Tabi tüm ayarlamalara rağmen Federasyonun liglerin ikinci yarısını bir hafta erken başlatmasıyla, kendi düğünümün maç saatine denk gelmiş olması ve salonda girdiğimde ilk masadaki davetlilerin elleriyle bana skoru göstermesi de ayrı bir trajikomik durum olmuştu hayatımda.

19 Kasım 2009 Perşembe

Çekirdeğin Kralı

Tuzlu, tuzsuz, iri, ufak, bir avuç, bir kase, bir paket... Nasıl olursa olsun, ayçekirdeğine tercihimdir kabak çekirdeği her daim. Hep de tek kalmışımdır bu seçimimde. Çocukken çekirdeğe kilitlenen dudaklar tuzdan şişer, dişler siyaha çalarken ben kabak çekirdeğinin bembeyaz hayalleriyle yaşardım. Bugün maçlarda bile ne hikmetse "Haydi eğlencelik!" diyerek satılan çekirdekler sırf ayçekirdeği oluyor. Sonra sağdan soldan uzatılan paketlerden avuçlara dökülerek ikram edilince, ayıp olmasın diyerek alıyorum bir miktar. Tatsız tuzlu bir şey nasıl olurda eğlendirebilir ki beni? Aksine aklıma kabak çekirdeğini getirerek canımı önce çektirip sonra sıkıyor her defasında. Yazın normalden fazla susattığı için sıklıkla yiyemesem de havaların serinlemesini fırsat bilip hemen marketlere koşuyorum. Düne kadar kuruyemişçilerinkilerinden ziyade Tadım'ın kabak çekirdeğini keyifle yerdim. Yakın zamanda çıkan bir çok firmanın ürünleriyle seçenekler çoğaldı artık. Bulabildiklerimi aldım geldim eve. Yaşasın ayçekirdeğine karşı kabak çekirdeği sevgimiz.

14 Kasım 2009 Cumartesi

O Kadar Oldu Mu?

Dile kolay iki sene… İlk görüşümde inandım ve yanılmadığımı gördüm günler geçtikçe. İki seneyi devirdik ama doya doya birkaç gün geçiremedik peş peşe. Kimi zaman dakikalarla sınırlı istasyon görüşmelerimizle avunduk, kimi zaman haftalarca hasret kaldık birbirimize. Hep katlandık, dayandık. Çünkü kolay bulmamıştık birbirimizi ve her şeye rağmen değerdi. Kolay dökülmedi dudaklarımızdan “seni seviyorum” kelimeleri ve hiç bir zaman da kaybetmedi değerini.

Rengarenk dünyada siyah-beyazdık. Gülmeye çok alışık değil, hüzünle akrabaydık; ta ki birbirimizi bulana dek! Gülüp geçmeyi öğrendik ellerimiz kavuşmuşken, göz yaşlarımızı ayrılınca sildik. El ele göz gözeyken kaybolduk hayallerde, uyuyup da uyanmamayı istedik birlikteyken. Ve özlem; her zaman var olan. Bir türlü dindiremedik, yaz yağmuru gibi bastırdı hep, ıslandık sırılsıklam olduk, sen bana, ben sana sarılarak kuruduk. İçimizdeki çocuk oyun oynadı, gençliğimizin kanı kaynadı zaman zaman; ama genelde ağır ağır yürüdük. Belki ağır kanlı oluşumuzdan; hiç bitmesin istedik ya da bu yol, ondan.

Sen bendin, ben de sen aslında. Hayata aynı açıdan bakarken ikiye bölmüştü hayat bizi. Birimizi sen, birimizi de ben yapmıştı. Biz de hayatı böldük ikiye; beraber ve ayrı geçirdiğimiz zamanlar olmak üzere…

Ayrıyken yazacak, beraberken konuşacak çok şey var ve ben beraber olup bir ömür boyu konuşmayı yeğ tutuyorum. Onun için şimdilik müsveddesiz yazıyor ve sana geliyorum zarfın içinden olduğum gibi. Çünkü ben her zaman karşına da müsveddesiz çıktım; şekle aldanmadan özümüzü yaşayalım diye. Ayrı geçirmek çok zor bu günü ama hayat şimdilik önde, ne var ki önce “beraberliği” yakalamamız lazım! Sonra gerisi kolay. SENİ SEVİYORUM AŞKIM! YOLUMUZ AÇIK OLSUN…

15.11.2001

Bu satırları tek kalemde saman bir kağıda döktüğüm günü dün gibi hatırlarken, üzerinden sekiz sene daha geçmiş olması ve bu gece onuncu yıla gelmiş olmak ne güzel. Hayat isterse hep önde olsun, bize bu beraberlik yeter.

13 Kasım 2009 Cuma

14 Sene Önce

Fotoğraf

Dün yine şöyle bir fotoğrafına baktım,
Daldım...
Ne kadar da güzel gülmüşsün öyle,
Hala öyle gülebiliyor musun?
.
12.11.1995

7 Kasım 2009 Cumartesi

Çizgiler

En son yaşanmış yıllarla ilgili bir şeyler yazmışız. Bir de bu yılların çizgileri var. Sağa sola saçılan kelimeler kadar çizgiler de mevcut hayatın içinde. Doğduğumuz anda başlıyor yolumuz çizilmeye ve en son kalp ritminin hareketini gösteren grafikte oluşan düz çizgiyle bitiyor. Boyumuzu ölçmek için kapı eşiklerine kalemle çizikler atardık küçükken. Yanına da tarih yazardık ve zaman içerisindeki uzayışımızı belgelerdik böylece. Takvimlerde günler çizildi birer birer. Büyüdükçe gönlümüze atıldı çizikler. Görmek için ameliyatla gözlerini çizdirenler, hoş görünmek için kalemle kirpiklerini çizenler oldu. Bazen de bir ismin üstünü çizdik tek kalemde ya da sahibi ile aramıza çektik o çizgiyi. Avuç içimizdeki çizgilere anlamlar yükledik. Önemli cümlelerin altını çizdik ki göze batsınlar. Hep bir çizgimiz oldu bu hayatta ve onu hiç bozmamaya gayret ettik. Yıllar geçerken de yüzümüzde topladık bu çizgileri. Şiirdeki gibi "Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz?" diye sormaya bir iki sene kalmışken alışmak lazım sanırım.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Yaşanmış Yıllar

Yaşanmış yıllar birikmiş,
Saymaya kalkmadığım.
Kimi dökülmüş ceplerimden,
Kimi taşmış yüreğimden.
---------------------------
Yazılmış sözler birikmiş,
Okumaya doymadığım.
Kimi sökülmüş yüreğimden,
Kimi taşmış kalemimden.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Ankara & Açılım

Ay başında bir düğün için gittiğim Ankara'dan geldiğimden beri hafiften bir öksürük yakamı bırakmıyordu. Aradan iki hafta geçtikten sonra, bu sefer iş için, tekrar Ankara'ya gitmek zorunda kaldım. Lise yıllarından itibaren bir türlü içimin ısınmadığı Ankara'ya ne zaman adımımı atsam başıma hep ilginç olaylar geliyor. Hani "hasta ediyor beni" derler ya, aynen öyle . Zaten son iki gidişimde de gerçekten hasta olup döndüm. Bir haftadır burun deliklerim tıkalı, ne nefes alabiliyorum, ne uyuyabiliyorum, ne de konuşabiliyorum. Telefon açan müşterilerin çoğu sesimi alamayıp "Yavuz Bey'le görüşecektik" diyorlar. Pazartesi doktor randevüsünden sonra yarım gün istirahat edip işe devam ettim mecburiyetten. Bu hafta sonu dinlenip burun deliklerini ve sesimi açmayı ümit ediyorum. Sonra yine sahnelerdeyim.

Ankara'nın beni hasta edişi öksürük, hapşırıktan ziyade çok daha karışık mevzulardan ileri geliyor. Her ne kadar ayaz havasına alışsam da insanlarına ve o şehirde yaşadıklarıma bir türlü alışamadım bu yaşıma kadar. Son gidişimde metroyu kullanmak üzere bilet almak için sırada beklerken elimde bozuklukları hazırladım. Cebimden çıkan üç adet madeni 1 TL'yi uzatarak görevliden bilet istediğimde aldığım cevap tam da 'dakka bir gol bir' hesabı olmuştu. Biletin tamı tamına üç lira otuz sekiz kuruş olduğunu öğrendikten sonra sıradan çıkıp bir müddet kendi kendime güldüm sinirden. Ülkemin başka neresinde böyle bir fiyat olabilirdi ki? Tekrar sıraya girip biletimi ve bir lira altmış iki kuruş olarak para üzerini alıp metroya bindim. Ostim Sanayi Sitesi'nde inince Ankara'da yaşamaktan en çok çekindiğim şeyle başbaşa kalmıştım. Gideceğim müşterilerin adresleri epey bir karışık olduğundan yadım almam gerekiyordu ve ben Ankara'da pek kolay adres tarifi alamıyordum. Sorduğum her kişiden adığım cevap beni gitmek istediğim yerden önce dumurlar diyarına götürüp getiriyordu. Cesaretimi toplayıp bir büfeciye elimdeki adres yazılı kağıdı gösterdim ve kabataslak tarifi aldım. Hiç de koktuğum gibi olmamıştı ki eliyle gösterdiği yönde ilerlerken yeri kaçırmamak adına bir kişiye daha sorma gafletinde bulundum. "Kardeş şu kağıtta yazan yere bakar mısın, buralarda bir yerdeymiş, nerede?", "İki sokak arkada, sağda", "Teşekkür ederim", "Selam söyle"...?!?... Selam mı söyle?.. Kime? Neden? Nasıl? Cevaplarını bulamadan yoluma devam ettim. Aslında bu en azından tarifi aldıktan sonra şaşırtan cinsten biriydi. Önceki gelişlerimde elimde çantalarla, gitmek istediğim yere hangi otobüsün nereden kalktığın sorduğumda bana "Şu taraftan yürüyerek git yirmi dakika sürmez" diyen, arabayla bulamadığımız Bilkent Oteli'nin yerini sorduğumuzda "Bilkent'te" cevabını verenler de olmuştu.

Adres tariflerinin başlı başına bir hikaye olduğu şehirde çok da dolanmadan sadece müşteri ziyaretleri ve dernek yemeğinden sonra kendimi önce uçağa, sonra da evime zor attım. Sakin geçen bir hafanın sonunda eğer evde dinlenebilirsem şu hastalığı da başımdan atmış olacağım inşallah. Yoksa nefes almak, uyumak, konuşmak ve yemek yemenin ızdıraba dönüştüğü günlerde hayattan aldığım zevk de minimuma inmiş durumda.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Otuz Dakika

Dün gittiğim bir alışveriş merkezinde gördüm. Adidas mağazasının vitrininde koşan bir kadın fotoğrafı ve hemen altında yazan şöyle bir şey; "Bugün her şey rağmen kendime 30 dakika ayıracağım". Hayat mücadelesinde spora vakit ayıramayanlara yönelik bir çağrı ile kadının ayağındaki spor ayakkabısının reklamı amaçlanmış. Ayakkabıya bakmadım bile. Sadece söze takıldım kaldım, sorguladım kendimi. Acaba ben kendime ne kadar ayırıyorum? Bahsedilen 30 dakika yeterli mi? Sadece otuz dakikaya neler sığdırılabilir?

Evvelsi sene karı-koca beraber, evimizin hemen karşısındaki spor salonuna yazılmıştık. İşten geliş saatlerimiz birbirine yakın olduğu için evde buluşur buluşmaz spor çantalarımızı kapıp, salona atıyorduk kendimizi. Bir, bir buçuk saat civarında tepindikten sonra eve dönüp hafif bir şeyler atıştırıyorduk. Tabi bunu haftanın üç, dört gününe yaymak istesek de yaklaşık altı ay süresince, haftada ortalama iki günde kalabildik. Bu bile iyi sayılır. Eğer ki işten eve gelindiğinde soyunup, dökünüp iki kap yemek yenirse zaten o bedeni çekyatın üzerinden hiç bir kuvvet kaldıramıyor. Bütün gün kazan olan insanın kafası da televizyondaki dizilerden ya da facebook'daki kısa videolardan başkasını kaldıramıyor. Sene başında başladığımızspor salonu üyeliğini yaz başında sonlandırıp, fırsat buldukça akşam yürüyüşlerine başladık daha sonra. Zaten salona gidiş amacımız da vücut geliştirmek değil, zinde kalmaktı ve orada geçen vaktin hatırı sayılır bir kısmını yürüyüş bandı alıyordu. Oldum olası da sevememişimdir yürüyüş bantlarını. İstanbul'da yürüyüş yapacak yerler kısıtlı olsa da mahallemde iki tur atmayı yeğlerim.

Bu sene başında salon yerine sokakları mesken edinerek yürüyüş yapmaya gayret ettik ama bunda da pek başarılı olamadık. Sanırım 'para verdik, karşılığını almamız lazım' diyerek en azında haftada iki gün salona giden biz, bazen haftalarca adım atamadık altımıza şortları çekip de. Günün yorgunluğu, televizyondaki bir şeye takılış, eve geç geliş, ertesi güne hazırlık yapılması gerekliliği vs. vs. Çeşitli sebepler ve kendi kendimizi kabullendirdiğimiz bahanelerle eve girip kapattığımız kapıyı açamadık bir daha. Tek tesellim bir buçuk, iki senelik aradan sonra tekrar haftada bir halı saha maçlarına başlayabilmek. En azından haftada bir düzenli olarak top oynamanın dayanılmaz keyfini yaşıyor ve spor yapmış oluyorum. Bu dönem içerisinde işe yürüyerek gidiş gelişlerimi de katarsak, bayağı sportmen biri bile sayılabilrdim. Bütün gün masa başında oturup, işe araba veya servisle giden, eve geldiğinde yemek masasından ekran başına geçiş yapanlarla kıyaslarsak ben gayet zindeyim. Ne var ki bu otuz dakika meselesi kandırmaca. Otuz dakika yürümek için en az beş dakika hazırlanmak lazım, sonrasında duş alıp tekrar giyinmek minimum bir on beş dakika sürer, etti elli dakika.

-Devam edecek-

6 Ekim 2009 Salı

Eskişehir

Ne suyu ne de havası
Cenabet bir yer burası
Hayatımız oldu zehir
Sıktın bizi Eskişehir

Gönlümüz olmuş hovarda
Yapacak bir b.k yok burda
Hepimize daral gelir
Sıktın bizi Eskişehir

Hayal Kahvesi, Buda Bar
Her gece gitsen ne yazar
Sonunda o da bezdirir
Sıktın bizi Eskişehir

Okul dört senede bitmez
Böyle gelmiş, böyle gitmez
Bitirip de gitmek gerekir
Sıktın bizi Eskişehir

Babam diplomayı sorar
Anam evde ağıt yakar
Sevgilim terkedebilir
Sıktın bizi Eskişehir


Sene 2003

5 Ekim 2009 Pazartesi

Kına

Hayatımda hiç tanık olmadığım bir olaya başrol oyuncusu olarak iştirak etmek durumunda kalmıştım kendi kına gecemde. Alternatif düğün gibi bir şeydi benim için, bir nevi düğün öncesi hazırlık maçı gibi. Acemilik olunca sorduk soruşturduk, sağ olsun kayınvalide senaryonun büyük kısmında etken oldu. Kostüm, dekor, müzik hepsi hazırlandı. Bu gibi eğlenceler açık havada, özellikle köylerde daha bir hakkıyla düzenleniyor aslında ama bizimkinin de ondan eksik yanının kalmayacağı belliydi. Düğün Cumartesi olunca, kına gecesi iki gün öncesinde, Perşembe gününe ayarladı. Ne güzel halı sahada top oynayacaktık o akşam ama kendi kınamda sahnede olmak uğruna sahalara bir haftalık ara vermem icap ediyordu. Çocuklara "Kınam var o gece gelemeyeceğim derken", şimdiye kadar sadece isyan modundayken kullandığımız kelimeyi sahiplenince esprilere maruz kaldık tabiatıyla.

İşten çıkıp kayınvalidelere gittiğimde organizasyon her şeyiyle hazırdı. Ben sadece sahnedeki sıramı bekleyecek ve o dakika yerimi aldıktan sonra olayların gidişatına ayak uyduracaktım. Karşı komşu senelerin eskitemediklerinden olunca kapılar açılmış evler birleştirilmişti, bir tarafta erkekler sohbete koyulmuştu, ötekisinde oyunlar oynanıyordu. Trafik mutfakta da bir hayli sıkışıktı ve el birliğiyle kına hazırlanıyordu. Ben ise elimdeki bir kadeh şarabı yudumlayarak Cumartesi gününde çalınabilecek giriş, ilk dans ve pasta müziklerini belirlemeye çalışıyordum kafamdan. Yan tarafta çalan müzikler oldukça farklı telden çalsa da kalbimin ritmi hepsine ortaktı.

Sıram geldiğinde kalabalığı yararak, ortada bana ayrılan sandalyeye oturdum. Yanı başımda duran ve bindallı denen kıyafetin üzerinde örtülen eşarptan yüzü görünmeyen kişinin başka biri olma olasılığını ortadan kaldırmak amacıyla "sen misin?" diye sordum. Daha cevabı alamadan türküler eşliğinde kına geldi ve tören başladı. Geri dönüşü olmayan bir yolda, başrol değil de daha çok yardımcı erkek oyuncu havasında olduğumu fark ettim. Herkes gelin olacağa odaklanmışken yüzü gözü açıkta olan benim pek bir havam yoktu. Öyle ya kıyafetler ona özeldi, bense işte giydiğim takım elbisem ve sabah kesmeme rağmen hafif uzamış sakalımla oturuyordum sadece. Annemi görebildim arkamı döndüğümde, o da bana gülümseyerek göz kırptı ve sanki her şeyin kontrol altında olduğunu ima etti. Kayınvalidem de tam arkamızda duruyordu. Anneleri arkamıza aldığımıza göre sakata gelmeyiz diye geçirdim içimden. Sonra bizim valide sultan, hanımın (o ara nişanlıyız tabi) eli açılmadığı için (sakatlık yok dedim ya, usulen açılmıyor, altın koyulacakmış) avucuna bir şey bıraktı. Bir kaç tur etrafımızda dönülmesi bu seramoninin öncesinde miydi sonrasında mıydı şimdi unuttum ama nihayetinde önce onun eline, sonra da tüm ısrarlarıma rağmen, bir ara kulağıma da sürülme tehdidinden sonra, az bir miktar da benim elime kınalar yakıldı. Bilindik yüksek tepelere evler kurulurken gözler hanımın üzerindeydi, ben ise gözümde patlayan flaşlardan ötürü pek bir şey göremez haldeydim. "Annesi ağlıyor..." diye bir fısıltı duydum ki, yanı başımda dünden hazır olan yaşlar dökülmeye başladı bizimkinden. Halbuki ne güzel oynuyordunuz az önce, niye ağlattınız karım olacak kadını? Onun gözyaşlarını silmek için olay mahalini terki sırasında ben de fırsattan istifade kuru pastaların arasından bulduğum bir peçete ile elimi silerek delil bırakmadan tekrar erkeklerin arasına geçtim...

Kendi kınam böyle geçtikten sonra yine düğünü için geldiğimiz Ankara'da, hamından ötürü kuzenin kına gecesinde bulunmak icap etti hafta sonu. Yine bir evde bizimkine benzer düzende seyreden gelişmelere uzaktan eşlik ederken, bir odada viskiye enerji içeceği katıp demlenmeyi tercih eden gençlerle geçirdik geceyi. Arada odaya gelen teyzeler de ne içtiklerini bilmeden şişeye ortak olunca depoladıkları enerji sayesinde halayı bitiremediler geç saatlere kadar. Orta yaş ve üzerinin sahip çıktığı bu geceye elinde kadehlerle teşrif eden, otuzlarında seyreden bizler ve otuza merdiven dayamış kuzenler sadece birer konuk olduk. Acaba merdivenin boyu uzadığında kendi çocuklarımız için bizler bu tip eğlenceler düzenleyecek enerjiyi bulabilecek miyiz merak ediyorum.

2 Ekim 2009 Cuma

Zamansız


Zaman mı geçiyor, ömür mü biçiyor,
Gün mü doğuyor, hayat mı boğuyor,
Yarın mı oluyor, zaman mı doluyor...

25 Eylül 2009 Cuma

Askerlik Hatıraları

Ayın on yedisinde askerliği bitirişimizin 5. senesi doldu. Her yıl adet haline getirdiğimiz buluşmalardan Geleneksel Tezkere Kutlaması'nı, Ramazan ayına denk geldiği için bu kez bir hafta erteleyerek, yine bir Cuma akşamı yapıyoruz. Nisan ayında Askere Gidiş Anma amacıyla toplandığımızdan beri de altı ay gelip geçti. Araya yaz ayları ve Ramazan'ın da girmesiyle bu süre sanki daha kısaymış gibi geliyor hepimize. Günün tamamına yakınını beraber geçirdiğimiz arkadaşlarımızla altı ayda bir görüşmek hayatın garip bir cilvesi. Altı ay kesintisiz yüzünü görüğümüz adamların diğerleri şimdi nerdeler kimbilir?

18 Eylül 2009 Cuma

İyi Bayramlar

Yarın aslında arife ama Cumartesiye denk gelmesiyle beraber bayram havasına erkenden girildi. Bayram havası dediğim direk tatil modu aslında. Senede bir iki haftalık izinler yeterli olmayınca çalışan kesim son yıllarda bayramları da hep bir tatil vesilesi olarak görüp değerlendirmeye başladı. Klasik 'nerde o eski bayramlar?' isyanına girecek kadar yaşımız olmasa da bayramların bizim çocukluğumuzdaki gibi bile yaşanmadığı bir gerçek. Biletler alınır, bavullar toplanır ve İstanbul'dan kaçılır. Bayram sevdiklerimizle beraber olmamız için kutlanıyor olsa da yine cep telefonlarımıza gelecek olan tatlı kelimelere sıkışacak anlamı.

13 Eylül 2009 Pazar

Düşündük Taşındık

Taşınmak kelimesini bile duymak çoğu insanda kaşınmaya sebebiyet verecek derecede sinir bozukluğu yaratabiliyor bazen. Göçebe toplumlarda taşınma olayı doğal bir yaşayış biçimiyken günümüzde yerleşik düzende devam eden hayatımızda, alışkanlıklarımızla beraber taşınmaya karşı antipati oluştu sanki. İyisiyle kötüsüyle alışılan yerden kımıldamak istemiyor insan. Çok zorda kalmadıkça veya cazip bir fırsat çıkmadıkça da yerinden hareket etmiyor çoğu zaman.

Doğduğum evde senelerce oturmuşuz ki annemle babamın ikinci evleriymiş bu. Benim o evden bizimkilerin şimdiki evine geçişim 17. yaşımda ilk taşınma olayına şahit oluşumdu. Hiç hoşlanmamıştım doğal olarak. Doğum büyüdüğüm mahalleden az da olsa uzaklara gitmek, odamın pencersinden görünen sokak lambasını bir daha göremeyecek olmak burkmuştu beni. Yeni evin tüm konforlarına rağmen alışmış olduğum yeri terk etmek kolay olmadı. Arkadaşlarımın benden önce sırayla bir bir gidişlerinden sonra ben ne ilk ne de sondum aslında. Her biri de üç aşağı beş yukarı yine aynı mahalledelerdi hala. Liseyi bitiriyordum ve ben de bambaşka bir hayata yelken açmak üzereydim.

Yeni eve tam alışmışken de ev değiştirmekten hazzetmeyen ben, şehir değişikliğine mecbur kalmıştım. Üniversite için Eskişehir'e gittiğimde ilk iki sene aynı evde kaldım. Belki de kalınmayacak kadar kötü bir banyosu, bir o kadar kullanışsız mutfağı olmasına rağmen ilk eve alışmıştım. Okula yakınlığı, mahallenin havası yetiyordu bana. İki senenin sonunda ev sahibimizin kirada yaratmak istediği olağan dışı artış sonunda Eskişehir içinde de taşınma maceralarım başladı ve altı senede beşi ev sahibi, biri misafir oyuncu olmak üzere altı evde kaldım. Dolayısıyla altı kere kendim için ev taşıdım, bir kaç kere de arkadaşlarımın taşınmalarına yardımcı oldum. On yedi sene aynı evde ikamet etmişken sonraki on senede hem adres değişikliklerine hem de toplanma taşınma işlerine alıştım ister istemez. İstanbul'a dönüp aynı evde oturmam da pek uzun sürmedi. Askerlik dönüşü evlenince yine yarı ev kurma, yarı taşınma oldu sayılır. Şimdi aynı evde dördüncü senemize girerken bugün kayınbiraderin ev taşımasına yardımcı olunca bir bir gözümün önüne geldi oturduğum evler.

11 Eylül 2009 Cuma

Yokuş Yukarı

Hayat bir garip, hep köşeye sıkıştırıyor insanı. Kimi zaman o köşede için içine sığmaz, kimi zaman içine kapanıp sinersin. Yine de illa ki köşelerdedir bazen yerimiz. Sıkıştığımızdan değil her zaman, orada beraber olmak isteyişimizden. Yolumuz yokuş yukarı, hava soğuk. Önemi olmayan ayrıntılar bunlar. Kolkola yürürken hissedilen sadece içimizdeki sıcaklık. Yağmur hatta fırtına ihtimaline karşın uyarılar var. Bunlar da çevirmiyor bizi yolumuzdan. O yokuşu çıkarken biz kopartıyoruz zaten fırtınayı. Yağmur gözlerimizden düşerse gönlümüzü ıslatır ancak. Yine bir Cumartesi herkesten farklı koşuşturmacalar, anlaşılamayan heyecanlar var bizim için. Hepi topu dakikalara sığdırılan bir şey değil bu. Yıllar boyunca içimize işlemiş bir tutku. Hayatın bizi sıkıştırdığı köşeden kaçabildiğimiz zamanlarda sığındığımız, rengarenk yalanlarından kurtulup sadece siyah-beyazı yaşadığımız bir rüya.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Yağmura Rağmen

Yağmuru kim sevmez? Trafikte sıkışıp kalan direksiyon başındakiler, yanından geçen arabanın sıçrattığı suyla üstü başı ıslananlar, şemsiyesiz yakalanıp ıslandıkça saçları kabaran ve bundan hoşnut olmayan bayanlar, elinde gazete taşıyanlar, arabasını yeni yıkatanlar, balkona çamaşır asanlar, açık tribünde maç izleyenler... Ben çok severim yağmuru. Direksiyon başında ya da yaya hiç farketmez. Bilakis ben çıkarım sokaklara sırf ıslanmak için. Arabadayken müziği kapatıp, arabanın üzerine düşen damlaların çıkardığı sesi dinlerim. Yürüyorsam yüzümü göğe kaldırır her bir hücreme temasını hissederim yağmurun. Kaçışan insanlara inat daha da ağır adımlarla yürürüm. Toprak kokusunu içime çekerim.

Evde pencereden izler insanlar çoğu zaman. Tıpkı televizyona bakar gibi yağmurlu sokaklara bakarlar. En yakın temasları yağmurun ıslattığı pencerenin iç kısmından buğulanan cama parmaklarıyla bir şeyler yazmaktır. Oysa ki üzerine bir çok şiir ve şarkı yazılmış bu doğa harikasına televizyondan izler gibi bakmaktansa ona dokunmak ve yüzünü okşamasına izin vermenin ne büyük bir keyif olduğunun farkında bile değiller. Açılan şemsiyelerin altında bir o yana bir bu yana kaçışır sonra da evden izlerler.

4 Eylül 2009 Cuma

Mutluluk

Sabah bir kalktım ölmüşüm. Noktayı koymuşum sayfamın sonuna ve kalemin ucu bitmiş. Evimin odasından salonuna geçiyorum şaşkınlık içerisinde. Orta sehpanın üzerinde bir fotoğraf albümü görünce şaşkınlığım artıyor. Rüya mı diye düşünüyorum ama değil. Albümü alıp oturuyorum kanepeye. Merakla açtığım ilk sayfa da bir bebek fotoğrafı var. Bir doğum anı. Hemen arkasından annemin yanıbaşına yerleştirilmiş o bebekle bir hastane yatağında çekilmiş siyah-beyaz fotoğraf geliyor. Doğal bir poz olmuş, annem içtenlikle bakıyor bebeğine. Neden benden saklamışlar ki bunca sene ya da nereye koymuşlar da ben görmemişim acaba bu fotoğrafları. Ablam mı yoksa ben miyim o bebek, pek emin olamıyorum. Üçüncüsünde babamın kucağında görüyorum bebeği. O da mutluluğu gözlerinden okunan bir ifadeyle öpüyor. Özenle yerleştirilmiş bütün fotoğraflara heyecan ve merakla bakmaya devam ediyorum. Sırada gelen fotoğrafta evde bir kaç akraba ile ablamı da görünce o bebeğin ben olduğumu anlıyorum. Evdeki fotoğrafta da doğal pozlar var. Herkes kundaktaki bebeğin, artık benim de diyebilirim aslında, etrafına toplanmış gülücükler saçıyor. Ablamda gözlerini kocaman açmış, onların arasından bana bakıyor 'merhaba küçük kardeşim' dercesine. İyiden iyiye merak etmeye başlıyorum albümün devamını. Her sayfa çevirişimde hiç görmediğim başka bir siyah-beyaz fotoğraf karşıma çıkıyor ve bu fotoğraflarda ne objektife bakan var ne de poz veren. Ben küçükken babamın profesyonel bir kamerası, yani fotoğraf makinası vardı aslında ama hemen hemen her fotoğrafta o varken çekenin kim olduğunu da bulamıyorum bir türlü. Bir kaç sayfa daha çevirdikçe fotoğrafların benim doğumumdan itibaren kronolojik olarak sıraya konulmuş olduğunu farkediyorum. Öldüğüm aklıma geliyor son sayfasını düşünüyorum albümün ama sırayı bozmuyorum. Tek tek açıp sayfaları uzun uzun bakıyorum fotoğraflara. Çocukken daha mı mutluymuşum acaba? Gülüyorum her resimde. Sallanan atımın üzerindeki duruşuma dalıyorum. Gerçek ata bir kere sirkte bir kere de köyde binmiştim sadece. Sirkteki midilli, köydeki ise bir ağabeyin arkasına yapışarak da olsa. Oysa ki çocukken atımın üzerinden inmemişim resmen. İşte ilk futbol topum. Israrla aldırışım, kokusuyla uyuşum ve sokakta ilk oynayışımızdan sonra özenle evde saklayışım... Doğum günlerim... Sömestır tatiline denk gelip hep Samsun'da kutlanan. Her sayfa çevirişimde seneleri de geçiyorum ömrümden, çocukluğu, okul yıllarına ve gençliğe bağlıyorum. Farkına bile varamadan şimdiki yaşıma ait fotoğraflara geliyorum. Bir kaç hafta öncesine ait kareler. Geçmişe ait fotoğrafların bitip, yenilerinin ve benim için hiç görülmemiş olanların başlayacağını düşünerek çeviriyorum sayfayı. Bir sonraki fotoğraf sayfadaki tek fotoğraf oluyor. İki sayfanın ortasında da sanki bir ayraç gibi duran bir kalem. Fotoğraf sadece bana ait ve bana bakıyor sanki gülümseyerek. 'Benden bu kadar' diyen bir ifade var yüzünde. Yüzünde dediğim benim yüzümde, yani resimdeki ben. Kendimden başkasıymış gibi bahsettiğimin farkına vararak gülümsemeye başlıyorum ben de. Tıpkı resimdeki gibi. 'Ölmedim' diyorum kendi kendime. O klasik film şeridi değilmiş bu albümdeki fotoğraflar. Yaşadığım tüm mutlu anları ellerimin arasında, avuçlarımın içinde hissediyorum...

3 Eylül 2009 Perşembe

Bisiklet

Bisiklet aldım kendime. İlk bisikletim yedi yaşında dayımın sünnet hediyesi Pinokyo modeliydi. Sonra ilkokul mezuniyetiyle babam sağolsun dönemin efsanesi kırmızı BMX geldi. Biraz büyüdükten sonra da ablam dağ bisikletine terfi ettirdi beni. İstanbul'da teker çevirmeye fırsat bulamayınca, trene koyup Eskişehir'e getirmiştim. Beş sene boyunca okula gidip geldim. Sonra İstanbul'a geri getirdik ama ne binen oldu ne de bakan. Apartmanın depo gibi bir kısmında çalındı mı ne olduysa farkına aylar sonra varabildik. Zaten askerlik, iş, evlilik derken bisiklete binecek fırsat olmamıştı.

Epeydir bakıp bakıp duruyordum yoldan geçen bisikletlere. Hani evde sahile yakındı aslında, 'alıp koysam bir kenara, binip sürsem ara ara' diye düşüne düşüne zaman geçip gitti. En sonunda kırdım zincirleri, bastım enter düğmesine ve internetten siparişi verdim. İki günde getirmişler kapıya teslim. İş yerine bisiklet getirtilmez diye kayınbiraderin muayenehanesini adres olarak vermiştim. O da şaşkınlıkla aradı beni teslim alınca. İş yerine getirlmez dedim ama benim işe de gelip gitme niyetim var aslında. Bir Queen şarkısı nelere kadir işte; "I want to ride my bicycle / I want to ride my bike / I want to ride my bicycle / I want to ride it where I like..."

30 Ağustos 2009 Pazar

Saç Sakal

İstisnasız herkesin belirli periyotlarda gitmek zorunda kaldığı mekan. Kimimiz daha çok özen gösterir hiç çıkmaz. Kimimiz aydan aydan anca uğrar.Mahalle berberleri, erkek kuaförleri, Altın Makaslar, Kırık Taraklar.. vs. Ben en çok o meşhur Arko traş sabununun kokusunu seviyorum ve her seferinde sakal traşı oluyorum. Standarda yakın saç modelim de zaten 2,5 numara traş edilmiş sakallarımla eş zamanlı uzuyor. Bıyıklar ağzıma girmeye yakın (ayda bir) berberde alırım soluğu. "Ense düzelsin, üstler kısalsın, top sakal 2,5 numara." On yaşımdan beri mahallemdeki (Acıbadem) berbere (bizim manavın üç oğlu ) gider hep aynı kişiye traş olurdum (ortancasına). Okul traşım, tavuk götü, amerikan traşı, ense uzun 3. Lig topçu modeli, uzattığım zaman sırf yanlar, asker traşı, damat traşı... Hepsini istisnasız aynı koltukta oldum. Üniversite yıllarında bile Eskişehir'den İstanbul'a dönmeyi beklerdim traş olmak için. Şimdiler de evlenip mahalle değiştirdik, iş-güç , trafik vesaire derken hep ona gidemiyorum. Acil zamanlar için bir yedek tutmak lazım diyerek yeni mahallemde de (Kozyatağı) bir berber belledim. Şansıma tüm berberlerim Beşiktaşlı. Bu arada fiyatlar da artık coşuyor. Saç traşı 18 TL.

25 Ağustos 2009 Salı

Cevabı Arama

95 senesiydi yanlış hatırlamıyorsam, cep telefonları ülkemizde de görülmeye başlamış, fahiş fiyatlarla alınan cihazlar genelde iş adamlarının ceplerindeki yerini almıştı. O dönemde dershaneye gidiyordum. Sınıfta bir kız arkadaşımızda cep telefonu vardı ve gün içinde sadece babasıyla konuşuyordu tabiatıyla. Muhtemelen de telefonun rehberinde bir iki aile ferdi dışında isim kayıtlı değildi. Hal böyle olunca aklıma çocukluğumuzdaki walki-talki’ler geldi. Nerden geldiyse bir çift antenli olanından vardı bizde. Yan apartmandaki arkadaşımla anlaşır telsizle konuşurduk pencereden pencereye. Oysa ki pencereden pencereye kaş göz işareti yapılacak mesafededik. Bununla yetinmeyip bahçeye çıkar iki ucuna gidip öyle konuşurduk bazen. Konuşacak ne varsa? Bunun öncesi de var aslında evde yapılan, el yapımı telefonlar. İki adet kibrit kutusu, birkaç metre iplik ile işlem tamam. Kibrit kutusunda kibritlerin yerleştirildiği kısımlar çıkartılıp, ortaları iğne ile delinir, ipliğin her iki ucu o kısımlardan geçirilip düğüm atılır. Bu sayede biri konuşurken diğeri kulağına dayayarak iletişim gerçekleşirdi. Gerçi ben hala duyduklarımızın o ipliğin titreşiminden gelen dalgalardan mı yoksa karşımdaki kişiyle aramdaki kısa mesafeden dolayı mı olduğuna emin değilim.

Telefon ile konuşmayı oldum olası sevmemişimdir. Karşıdakinin sesini alma yeteneğim yok denecek kadar az maalesef. Üniversiteye kadar yaptığım telefon görüşmelerinin uzunları bazı maçların devre aralarında on beş dakika ile sınırlıdır. Üniversite için Eskişehir’e geldiğimde ailemle görüşmek için evin yakınındaki postaneye gidip ankesörlü telefonları kullanırdım. Hatta öğrendiğim numarası sayesinde kulübeyi aratıp rahatça konuşurdum. En sinir bozucu olanı da soğukta giyinip, kuşanıp telefon kulübesine gittikten sonra bizimkileri evde bulamayıp telesekreter ile baş başa kalmaktı. Bir keresinde telesekretere “Aradım, yoksunuz” tarzında bir şeyler söyledikten sonra özlediğim muhabbet kuşumuza seslenmek amaçlı “Kuuuşşş, kuuuuşşş, cici kuş, cici kuuuşşş..” diyerek öpücük atarken arkamdan geçenleri fark edip utanmıştım. Muhtemelen beni deli sanmışlardır. Nerden bilecekler kuşun benim her sesimi duyduğunda salonda dört döndüğünü, telefonun üzerine pikeler yaptığını.

Ev arkadaşım ile iletişimimiz ise kantindeki ortak arkadaşlardan rica edilen ‘görürsen söyler misin?’ler ve daire kapısına iliştiren notlar ile sınırlıydı. Okul çıkışında on beş dakika yürüme mesafesinde olan eve ulaşıp da kapıda ‘Biz bilmem ne kafedeyiz’ notunu görünce istikamet değiştiriyorduk. Sonraları çağrı cihazı girdi hayatımıza. Arkadaşım bir İstanbul dönüşü yanında getirip kemerine taktığı cihaz ile ulaşılabilir olmuştu. Çalışma sistemi şu şekildeydi çağrı cihazının, yanlış hatırlamıyorsam 132 aranarak çağrı cihazının numarası verilip kişiye iletilecek olan not söyleniyordu telefondaki sekretere. Sonra o not yazılı olarak cihaza geliyordu; “Bilmem ne kafedeyiz. Bilmem kim’ şeklinde. Bu iletişim ben de cihaz olmadığından tek taraflıydı ama genelde onunla beraber olduğumuzdan bana da mesajlar geliyordu. Annem sınavların bitiminde ben İstanbul’a dönmeden meşhur Eskişehir haşhaşından sipariş vermek istemişti, çörek yapmak için. Gelgelelim 132’yi aradığında karşısına çıkacak kişinin haşhaşı yanlış anlamasından ve başımın belaya girmesini istemediğinden mesajı şöyle göndermişti; ‘Oğlum, geçen istediğimden yine getir. Annen.’… Böylesi daha bir alengirli olmuştu aslında ama önemli olan mesajın yerine ulaşmasıysa başarılı da olmuştu.

Sene 98’in sonlarına gelirken kampüsteki bir kulübeden annemi aradığımda bana şaşırtıcı haberi verdi; “Oğlum telefon aldım”. Ben şaşkınlığı kısa sürede üzerimden atmayı başararak birkaç sene içerisinde edindiğim cep telefonu kültürüyle modeli sordum anneme. Netaş almıştı. Tarif falan etti ama ben annemi ertesi gün değiştirmeye ikna ettim. Piyasadaki bilindik markaları tercih etmek daha doğruydu ve Panasonic mutlu sondu. Artık annemin de bir telefonu ve numarası vardı. O dönemde koca sınıfta parmakla işaret edilecek kadar genç cep telefonu sahibiydi. Ertesi sene bu rakam katlanarak çoğaldı ve benim de buna katkım oldu. Annem telefon ile arayacak pek kimseyi bulamadığından ya da aslında aradığında bulmak istediğinin gurbetteki ben olduğundan kendi telefonunu bana vererek gönderdi beni Eskişehir’e…

Dolaylı yollardan sonra artık direk olarak cebimden ulaşılabilir olmuştum. Tabi bana gelene kadar bir çok arkadaşım da numaralanmıştı. Tek tek rehbere kaydedildi her biri. Zırt pırt aranmaya başladı; "Nerdesiniz?", "Sen de şu dersin notları var mı?", "Maçı nerde izliyoruz?" vs. Biz yazılı iletişime alışmışız ya mesaj denen özelliğine rağbet ediyoruz daha çok? 160 karaktere sığdırmaya çalışıyoruz kelamımızı. Annem de öğrenmek istedi bu mesaj olayını, milletin içinde arayıp beni rahatsız etmek istemeyişinden mesaj atmayı tercih etti. Kendisine en kolay menülü telefonu aldırmıştık ama mesaj yazmanın kolay bir yolu yoktu. "Bak anne A yazmak için bir kere, B için iki, C içinse üç kere bu tuşa basacaksın..." diyerek anlattım. Annemin bana ilk mesajı "TTR UCU ACU" oldu. Öğrenci evinde toplandık telefonun başına, çözmeye çalıştık dakikalarca. En sonunda ben çözdüm yine. TRT3'ü açmamı istiyordu annem. Kimbilir ne vardı da 'ah oğlum da izlesin' diye hemen bana mesaj geçmişti. Biz evde çözüp de kanalı açana kadar Meclis yayınına geçilmişti bile. Sonraları alıştı, harfleri kelimeleri doru yazmaya başladı. Hatta bazı arkadaşlarımın telefon numaralarını da kaydetmişti ve bana ulaşamadığında onlarla da mesajlaşabiliyordu. Bir defasında İstanbul'dan Eskişehir'e gelecek olan bir arkadaşıma gönderdiği "Yavuz'a bir şeyler göndereceğim, akşam bizden alabilir misin?" mesajına gelen "OK" cevabını anlayamamış ve tekrar "Evladım mesajım eksik çıktı, gelebilecek misin?"diye mesaj göndermişti. Arkadaşım kısaltma olduğunu, okey yani tamam demeye çalıştığını ifade edip, 'şu saatte gelebileceğim' diye yazınca da kendisine "OK" diye mesaj göndermişti.


3G (Güzellik, Gizlilik, Gizem)


Gel zaman git zaman on beş sene içerisinde öyle bir hale geldik ki cep telefonuna sahip olmayanlar parmakla gösterilir oldu. Artık değil annem, seksen yaşını aşmış anneannemde de telefon var. TC Kimlik numarasından sonra herkesin bir de telefon numarası oldu nerdeyse. Biriyle karşılaştığınız bir yerde, selamlaştıktan sonra telefon numarasını alarak her daim ulaşabilir oluyorsunuz ona. 'Aradım, evde yoktun' dönemi bitti, 'Aradım, dönmedin' dönemi başladı. Cebimizde o telefon olduğu müddetçe kalbimizin atışı gibiydi çekişi, her nefeste yanımızdaydı. Telefonun kapalı olması endişe verici bir durumdu kimi zaman ya da çalıp çalıp açılmaması ayıptı belki de.

İlk telefonumun aranınca kayıtlı ismi gösterme özelliği yoktu (Sene 98). Bunu ilk öğrenişim biraz enteresan oldu tabi. Kampüste yürürken çalan telefonumda bir numara belirdi ve ben de açıp 'alo' dedim her insan evladı gibi. Karşımdaki kişi isminin ekranda göründüğünü düşünerek olsa gerek direk mevzuya girdi. "Yavuz merhaba n'aber, ya ne diyeceğim, Sen de bilmem ne dersinin geçmiş dönem sınav soruları var mı?". Benden ertesi günkü final için geçmiş dönem sınav sorularının fotokopisini isteyen biriyle konuşuyordum. Elimdeki bu veriye göre hemen düşünmeye başladım. Üniversiteden, kız, sınıf arkadaşım... Tam o sırada devam etti; "Bizim sınav akşam ya ben senden yarın sabah da alabilirim." Üniversiteden, kız, ikinci öğretim... Ben her arandığımda bu şekilde halkaları birleştirme çalışırken bu işin böyle olmayacağına kanaat getirip ikinci telefonumu aldım. O günden bugüne de toplam yedi telefon kullanmışım 11 senede. Az mı, çok mu bilemedim.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Hayata Uyumak

Hayata gözlerimizi açtığımız an aslında uykuya daldığımız andır. Yaşadığımız geçmiş bir rüya, şimdiki zaman bir düş ve gelecek hayalden ibarettir. Gözlerimizi hayata yumduğumuzda bu uykudan da uyanmış olacağız...


...ve geriye dönüp baktığımızda bir tek şeyin gerçek olduğunu göreceğiz; sevgi.

23 Ağustos 2009 Pazar

Doğru

Doğru nedir? Bize öğretilen; iki nokta arasındaki en kısa çizgiydi doğru. Buradan yola çıkarak üzerine konuştuğumuz olayı bir nokta olarak düşünür ve kendimizi de bir başka nokta olarak farz edersek, bakış açımıza göre o olaya yönelik bir çizgi çizebiliriz. Bu da doğru olur. Hayatı da bir nokta olarak ele alalım ve etrafına bir çember çizelim. Bu çemberin üzerine sayısız nokta yerleştirebiliriz. Bu noktalar da hayattaki insanları temsil eder. Her bir insanın hayata bakış açısı da kendine göre doğruyu temsil etmiş olur böylece.

Ortaya koyduğumuz noktanın etrafına çizdiğimiz çemberi büyük bir artı işaretiyle dörde böldüğümüz de dereceler ve değerler oluşur. Yukarıda kalan parçalar (dörtte bir dilimler) artı değer taşırken, altta kalanlar ise eksi değerdedir. Dolayısıyla 0-180 arasındaki dereceler artı, 181-360 arasındaki dereceler de eksi değer alır.

Bizim hayata baktığımız bir açı nerede olursa olsun bize göre doğru iken tam karşımızdaki safta yer alan kişi için ise kendi bakış açısıdır doğru. İşte bu yüzden hayatın genelinde doru veya yanlış diye bir kesin yargı da olamaz. Kanunlar, gelenekler ve ahlak kuralları haricindeki görüşlerde, davranışlarda ve beğenilerde bu bakış açılarına göre herkesin kendi doğrusu vardır. Karşımızdaki kişiyi anlamak için ısrarla bulunduğumuz noktadan bakmaktansa kendimizi onun yerine koyup olaya bir de o açıdan bakmak gerekir. Bu illaki her zaman karşıt görüşleri, beğenileri de onaylamak anlamına gelmez elbette. Sadece onların da kendince doğruluk payı içeridiğini kavrayarak hoşgörülü olmamıza yardımcı olur. Hayatın içinde olan insanlardan bizim bakış açımıza yakın olanlar yanımızda yer alarak eş, dost kısmını oluşturur.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Sen Bakma Bana

Bakma bana öyle kedicik. Gelme sakın peşimden. Çok sevimlisin, baktıkça bakasım geliyor. Alayım seni desem, gittiğim yerde yerin yok. Yanında kalsam, vaktim yok. Sen hemen unutur, oyuna dalarsın da ben takılır kalırım sonra. Ne yedi, ne içti, nerelere gitti? Görüyorum ki bir kap süt konmuş yanı başına. Kim bilir kim? Geçip giden midir, geri dönecek olan mıdır? Bakma bana öyle kedicik. Büyürsün elbet sen de. Alışırsın olan bitene. Saklandığın çalıların arkasından çıktığında karışırsın sen de bu hayatın akışına.

18 Ağustos 2009 Salı

Arada Sırada Düşünür

Tatil dönüşü insanın psikolojisi bir garip oluyor. 'Bir gün önce ne yapıyordum, şimdi ne haldeyim' diye düşünüyor insan. İstanbul'dayken sıkıştığı akrep ile yelkovan arasında, başını da ellerinin arasına alıp düşünmeye bile fırsat bulamıyor. Tatildeyken farkına varıp da dönünce elinde olmayanlar için hayıflanıyor ve yaşadığı güzellikler fotoğraflarda kalıp, bir albüm içinde kendine yer bulduğunda normale dönüş başlıyor. Normali bu mudur pekiyi? Hayatın güzelliği bir tatilde mi saklıdır sadece? Ya da bir hafta sonuna sığar mı? Nedir bu her tatil dönüşünde bizi isyan ettiren şey? Hayatı tatil tadında yaşamak mümkün değilse bile onu anlamlandırıp, tatilden alınan keyfi genele yaymak için ne yapmalı?

Farklı bir tatildi bu sefer ki. En güzeli olmak için alternatifleri olsa da en özgürüydü kesinlikle. Bir tekneye atılan adımla koptu bütün bağlar. Nerde akşam, orda sabah, koy koy gezildi. Hayal ettiğimiz gibi yıldızları seyrederek uykuya daldık ve sabah üzerimize doğan güneş ile uyanıp yüzümüzü denizde yıkadık. Bir hafta boyunca yarı çıplak yaşadık. Ayaklarımız özgür, bedenimiz özgür. Ne bir tişört ne bir çorap. Sadece dönüşümlü giyilen mayo ve şort mayo idi kostümümüz. Akşam üstleri bira veya şarap, yemeklerde rakı eşlik etti bize. Müziği biz seçtik, yediğimizi önümüze, yemediğimizi ardımıza koyduk. Yedik, içtik ve doyduk.

Son gün karaya yanaşırken herkesi bir hüzün kapladı doğal olarak. Kısa süren bir hikayenin mutlu mesut yaşanan satırları bitmek üzereydi. Kaçınılmaz son ile en keyifli ulaşım aracından en sıkıntılısına transfer olup bedenlerimizi İstanbul'a taşıttık topluca.

Sabah bir arkadaşıma konuyla ilgili veryansında bulunurken bana Bülent Ortaçgil'in şarkısını gönderdi. Resmen durumu özetlemiş. Şarkının adı 'Arada Sırada Düşünür'.

dünyayı sığdırmış evine / beşe dört metre / yüz metre küp hava memnun / dünyası cebindeki kadar / birkaç binlik (birkaç milyon) / birkaç anahtar emin / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür / dünyası gezdiği yollar / evden işe, işten ev kadar kısa / kokladıklarıdır dünyası / limon kolonyası, lavanta...hepsi uçucu / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür / dünyadan okuduğu şeyler / tv haberleri, gazeteler kupon kupon... / dünyası aldıklarının küçük bir listesi / üç, beş, altı... ucuz / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür

-Devam edecek-

7 Ağustos 2009 Cuma

Yokum Ben

Fotoğraf 2007 senesinin yazından. İki sene sonra aynı sulara, resimdeki olmasa da başka bir tekne ile açılacağız ve bir hafta dönmeyeceğiz. Yokum yani. Sabah alarm ile kalkan, yüzüne bıçak darbeleri vuran adam yok. Yerine güneşle kalkıp yüzünü denizde yıkayan bir adam var. Öğlen yemeğini yarım saate yiyen, telefonları omuzuyla başı arasına sıkıştırarak gözlerini ekrana kilitleyen adam kayıp, sofradan kalkmadan gözlerini batan güneşe mıhlayan biri çıkagelmiş. Akşam yorgunluktan eve kendini zor atan, yediği iki lokmadan sonra televizyon karşısında uyuklayan adam yerini günü heyecanla yaşayan akşamları balığın yanında içtiği rakı kadehi elinde sızanına bırakıyor. Ötekine mi ne oldu, İstanbul'da bekliyor.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Araba Dediğin

Çocukluktan beri etrafımdakilerin araba merakına ortak olamadım bir türlü. Biz futbolcu resimlerinin bulunduğu oyun kartlarını biriktirirken bazıları yarış arabalarının süslediği kartlarla karşılaştırmalar yapmaktaydı kendi aralarında. Kırmızı Ferrariler, 100 kilometreye bilmem kaç saniyede çıkan Audi'ler, son model BMW'ler, kaputunun ucundaki amblemi çalınan Mercedes'ler... hiç biri ilgi çekici olmamıştı benim için. Nedir diye şöyle bir göz attığımda ise rağbet edilmeyen kartlardaki eski model klasik tipli arabalar hoşuma gidiyordu. "Aman canım, o sadece saatte 80 km yapıyor" dediklerinde bile benim için cazibesini kaybetmiyordu o arabalar. Hız tutkumun olmayışına ilerleyen yaşlarımda daha bir memnun oldum kendi kendime. Lise yıllarında on sekiz yaşını doldurmadan araba kaçıran tiplemeler boldu bizim dönemde. Ben ise evimizin hemen karşısındaki sürücü kursunda bir iki tur attıktan sonra ehliyeti alacağım günü bekledim resmi şoför olarak yollara düşmek için.

Sokakta oynadığımız yıllarda herkesin arabası yoktu. Öyle ki dakikalarca top oynar, sokaktan araba geçerken ara verir, lastiklerinin kale direklerini temsil eden taşlara denk gelerek bozup bozmadığını kontrol ettikten sonra oyuna devam ederdik. Otoparklar yoktu ve kaldırım kenarına park edilen arabaların sahipleri tek tek bilinirdi. Doksanlı yılların başında reşit olmama az kalmıştı ve bizimkiler (annem ile babam) kırk bir yaşlarına girerken ehliyetlerini yeni almışlardı. Üstelik her ikiside direksiyon sınavından yüz tam puan alarak (kırk bir kere maşallah her ikisine). Ben ise on sekizimi doldurup sınava girince seksen sekiz puanı anca alabildim. 1991 senesinde bir şekilde bizimkilerin ikinci el Doğan marka araba almaları ile ailece arabalanmış oluyorduk. Bizimkiler, sonra ablam ve en sonunda da ben bu arabada bütün acemiliklerimizi attık. Bu süre zarfında beni rahatsız eden tek şey arabada kasetçalar olmayışıyken, evin bayanları ağır direksiyondan kol kası yapmıştı. Mahalle aralarındaki turlar, yakın mesafe gidiş gelişler ile ufak ufak arabaya ısınmışken babamın bir gün "şu köşeye kadar git, sonra ben alırım" kandırmasıyla kendimi minibüs yolunda bulunca İstanbul trafiğiyle tanışmış oldum. Şu ana beş değişik araba modeli kullandım İstanbul yollarında ve her birinden ayrı keyif aldım.

Doğan L (1995-1997): Ailemizin ilk göz ağrısı. Müziksiz araba kullanmak ızdırap olsa da o yıllarda acemi şoför olduğumuzdan bütün dikkatimizi yola ve aynalara veriyorduk zaten.

Tipo (1997-2007): Tam anlamıyla tadını çıkardığım ve zaman zaman özlediğim arabamız. Her ne kadar ailece satın almaya gittiğimizde eski arabımızı bırakıp onunla dönerken biraz garip olsak da ilk sıfır kilometre arabamız olması sebebiyle tam anlamıyla bizimdi işte. Üstelik radyolu kasetçaları vardı, daha ne olsun. Direksiyonu eskisinden sonra tüy gibi gelmişti. Yedi sene boyunca kahrımızı çekti, her yaz annemleri Karadeniz'e taşıdı. Griydi, güzeldi.

Opel Astra (2004- ): Babamın evdeki ehliyetli başına düşen araba sayısını arttırmak amaçlı sürpriz yaparak aldığı araba. "Araba bu" dedirten, konfor, güç ve her türlü yeniliği barındıran çalınmadan önce lacivert, çalınıp bulunduktan sonra yenisiyle değiştirilen gri araba. Hem de CD çalarlı.

Wolksvagen Polo (2007- ):Annem için alınan, son derece sevimli, kullanması bir o kadar yumuşak olan. Mavi olmasından başka şansı yoktu annemin olduğu için.

Kia Picanto (2004 - ): Eşimin kendi iradesi dışındaki seçimle alınan ama evlendikten sonra benimde severek bindiğim ve otomatik vitesli minik araba. Park problemi yaşatmayan, istepnesi olmadığına kimseyi inandıramadığım gri renkli Kore harikası.

4 Ağustos 2009 Salı

Eskişehir'e Giderken


Haydarpaşa'dan kalktık

Devamında Bostancı
Eskişehir'e yol aldık
İçimde hafif sancı

Yeni okul, yeni şehir
Yepyeni arkadaşlar
Değişiklik iyi gelir
Hayat yeniden başlar

Belki aşk beni bekler
Bilmem artık kaçıncı
Aklımı kimler çeler
Kimdir ki bu yalancı


-Üniversite için Eskişehir'e giderken Başkent Ekspresinden...

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Yürüdüğüm Yollar

İşe yürüyerek gidip geliyorum uzunca bir süredir. Yıllarca serviste yarım kalmış uykularıma devam ederek vardığım işi değiştirdikten sonra evime yakın olan ofise araba ile gidişim ve yürüyüş sürem birbirine eşit olunca ben de yürüyüşü tercih ettim. Trafik insanı daha iş başı yapmadan strese sokan bir şey. Ondan kaçabilmek gerçekten hoş. Yürüyerek gitmenin ise ilginç yanları var. Mesela mutlaka saate göre evden çıkış ayarlansa da yollarda karşılaşılan insanlara göre de adımlar sıklaştırılabiliyor geç kalmışlık endişesiyle. Uzunca bir süre köşe başında sadece kafa selamı vererek servis beklediğim yoldaşlarımı artık göremez oldum mesela. Evden daha geç çıktığım için onlar çoktan servislerindeki yerlerini almış, kimi gazetesini okumakta, kimi kulaklıkla müzik dinlemekte, kimileriyse benim servis kullandığım dönemlerde yaptığım gibi yarım kalan uykularına devam etmektedir muhtemelen. Apartmanın bahçesinden çıkarken yine o yaşlı adamı görüyorum çeşme başında. Taşıyabileceği kadar bir pet şişeye su dolduruyor. Sonra köşe başındaki simitçiyi geçiyorum, camdan tezgahına taptaze simitleri dizmiş, kendi yanında getirdiği plastik kaplardaki peynir zeytini yiyor, muhtemelen bir gün öncesinden alınmış ekmeğiyle beraber. Işıklardan karşıya geçerken aksi istikamette kıyafetlerinden anlaşılacağı üzere biri güvenlik, diğeri kargocu olan iki kişi geliyor birbirleriyle sohbet ederek. Yoluma devam ederken bir ilkokulun önünden geçiyorum. Yürüyüşün en keyifli bölümü burası. Küçücük çocuklar, sırtlarında çantalar ile koşuşturuyor okula doğru. Bazıları ebeveynleri tarafından araba ile bırakılıyor okula, bazılarının ise elleri okulun bahçe kapısından içeri girerken bırakılıyor. Sabahın sekizinde top oynayacak enerji ancak o yaşlardayken bulunur zaten. Bir bağırış, bir çağırış. Ders zili çalana kadar gol atan kazanır.

Yürümeye devam ediyorum üst geçide doğru. Ben ve bir sürü kişi köprünün öte yanına geçerken, bir o kadarı da bizim geldiğimiz yöne geçiyor. Uzun boylu, diken saçlı çocuk tamam. Hep aceleci tavırlarla koşturan bayan, o da tamam. Kızını elinden tutarak okula götüren adam, hah köprünün diğer başında belirdi. Belli ki bugün o geç kalmış.

Devam edecek...

31 Temmuz 2009 Cuma

That's the day, I like it!

Cuma, hafta sonunun ön sevişmesidir..



Güneş vururken cama ,
Dalarken bir programa,
Özledik seni Cuma,
Usulca geç git yeter..

28 Temmuz 2009 Salı

Sigara Yasağı

Yana döne maçı izleyebileceğim bir yer arıyorum yabancısı olduğum şehirde. Maç başladı başlayacak, bense yemek yiyeceğim diye geç kalmışım. Hakem de beklemez ya bizi ilk düdüğü çalmak için. Neyse ki sora sora bir kahvehane buluyorum şifreli kanal yayını olanından. Sayıca az taraftarı olan bir takım tuttuğuma seviniyorum buz kez. Yer bulmak biraz daha kolaylaşıyor böylece. Yine de bulduğum yerde uzaklara düşüyorum. Allahtan ekran kocaman, ses desen son ayarında. Sanki davulu statta değil kulağımın dibinde çalıyorlar. Ambians olarak tribün havası yaratılmak istenmiş ama yanyana dizilen sandalyelerde dizler bitişik otururken daha çok kız isteme evinde gibiyiz. Herkesin bir elinde çay, diğerinde sigara izlemeye başlıyoruz maçı. Maç izleme fiyatına çay da dahilmiş, reddedemiyoruz. Tabağındaki şekerleri garsonun şaşkın ve biraz da çay dağıtımındaki seriliği bozmuş olmamın 'tövbe estağfurullah'ı ile karışık bakışları arasında iade edebiliyoruz anca. Dakika bir gol bir patlatıyor biri arkadan "Senin ben...". Herhalde kahvede kavga çıktı diye arkamı dönmeye çalışıyorum ama namümkün. Yanaşık düzende sıralanmış sandalyelerde ne vücudu ne de kafayı geriye çevirebilmenin imkanı yok. Zaten benden başka kimsenin oralı olmadığı gibi, küfürü edeni onaylayan cümlelerle olayın iç yüzünü anlamış bulunuyorum. Meğer stattaki tiplemelerden kahvehanelerde de oluyormuş. Çay alış verişi esnasında göremediğim pozisyonda her ne olmuşsa bizim topçulardan biri okkalı bir küfür yedi. Bir an için her işte böyle olsa ne olurdu diye düşünüyorum. Mesela deminki çaycı, çayları dağıtmadan önce birinin şekerini tabağa koyarken yere düşürdüğü anda biri yerinden kalkıp "Lan o şeker öyle mi konur!?" dese, tam dağıtmaya başlarken bir diğeri "Sağa ver, önce sağa ver, hey Allahım" diye tepki gösterse.. Aklımdan bunları geçirirken kaçan bir gol pozisyonu ile golü kaçıran futbolcunun da birincil akrabaları zan altında bırakılıyor ağızdan çıkan kötü sözlerle. Stattan daha gergin bir ortamda izlediğim maçın ilk yarısını bitirene kadar çiş molası bile veremeyeceğim bir oturma düzeninde golü bekliyorum. Belki o sevinç nidalarıyla dağılması muhtemel sandalyelerin arasından ben de sıvışırım diye planlayarak. Bütün bu hayallerim yenen golle suya düşüyor. Ardından da benim gözlerimden yaşlar düşmeye başlıyor bir bir. İki sıra önümde birbiriyle konuşan iki adam bana bakıyorlar çaktırmamaya çalışarak. Ben ise göz yaşından sulanmış gözlerimi kısarak devreyi bitirmeye çalışıyorum. Boşaltım için gözlerimden çok başka yerlerimi kullanmam lazım ki içimdeki sıvıyı atayım. Gözlerimdeki yaş yenen golden değil elbet, sadece sigara dumanından. Yoksa daha ligin ilk haftasında kalemizde gördüğümüz bir gol sonrası ağlayacak değilim.

Üniversite birinci sınıftayken maçı izlemek zorunda kaldığım yeri hatırlarım hep sigara dumanı altında kaldığım mekanlarda. Her ne kadar o günden sonra maçları izlemek için kısmen daha havadar mekanları keşfettiysem de zaman zaman o güne benzer durumlarda kaldım. Çok sevdiğim canlı müzik yapan yerlerde sigara dumanı yüzünden daha erken ayrıldım. Temmuz ayı itibariyle gelen kapalı yerlerde sigara yasağı ile müziğin keyfi daha çok çıkacak artık ve yenilsekte yensekte gözyaşı dökmeden maç izleyebilecek benim gibiler. No smoking, no cry yani...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Pazartesi

Pazartesileri sevmez hiç kimse. Hiç kimse derken buna bir müddet öncesine kadar ben de dahildim. Ama artık seviyorum. Salıdan, hatta maç yoksa Çarşamba'dan daha çok belki de. Hiç bir şeyin ilki unutulmaz ve yeri hep ayrıdır, ayrı bir sevilir aslında. Yılın ilk günü manasız sevinç çığlıkları ile karşılanır ama iş haftanın ilk gününe gelince tüm yüzler asılır. Neden ki? Can atılan hafta sonuna yaklaştıran ilk gündür o. Her ne kadar adı Pazar'ın ertesinden gelse de... Beklenenene kavuşmak için atılan ilk adım. Hayatımızdaki her gün kadar değerli, bir o kadar yaşanılası. Kimbilir belki de geçmiş ya da gelecek hayatımızın en güzel anlarını yaşayacağımız, hiç bir zaman unutamayacağımız bir gün Pazartesi olacak. Biz hep bir an önce geçiştirmeye çalışmamıza rağmen o hep bir ümitle karşımıza çıkıp kendini sevdirmeyi başardı bana...

Çocukluktan, daha doğrusu öğrencilik yıllarından beri bu Pazartesi sendromu vardı etrafımda. Lisemi çok sevdiğimden belki de ben de pek olmazdı aslında. O zamanlar ne internet var, ne cep telefonu. Haberleşmek için okulda toplanmamız lazım illa ki. Üstüne üstlük eğlencenin kendi de okulda. Bu sebeplerden ötürü okula gitmek keyifli, can atılası bir durum. Haliyle Pazartesi de. Tek kötü yanı çalar saat ile uyanmak zorunda kalış ve uykunun en tatlı yerinde gözleri açma mecburiyeti. Üniversite yıllarında da bu pek değişmedi. Sonrasında gelen askerlikte de günlerin hepsi birdi zaten. İşin ilginç yanı bir Pazartesi sabahı teslim olup, bir Cuma sabahında elimde tezkere ile terkedişimdi birliği.

Ne zaman işe başladım, o zaman bu Pazartesi sendromu denen illet ile tanıştım. Hafta sonlarının kıymeti iki kat artarken süresi de bir o kadar azalmıştı sanki. Cuma akşamları sevinç ile kapatılan defterler, ne olduğunun anlamadan geçen haftasonu sonrasında Pazartesi sabahları hüzünle açılır oldu. İsmi Pazartesi sendromu ama başlangıcı Pazar güneşi batmasına dayanıyor. Hatta bazı Pazarlar kahvaltıdan sonra bile merhaba diyebiliyor size. Pazar oynanan çoğu maçın son on dakikasında skordan bağımsız bir üzüntü kaplar içimi. Bir de yorulmuşsam hele değmeyin hüznüme.Pazar günü boyunca uykunun, kahvaltının, gezip tozmanın ve/veya miskinliğin tadına varılırken hemen ertesi günün sabahındaki uyarı tonu ile bütün bunlara veda edilecek olması ve bir hafta süreyle otomatik bir şekilde yaşanılacağının idrak edilmesi bu sendromun sebeplerinden.

Çalışmaya başladığım ilk yıllarda fazlasıyla bu hissiyatlar içinde bir sabah servisi beklerken kurtuldum bu sendromdan. Baktım hayatım boyunca o beni terketmeyecek ve ben yaşadıkça hep karşıma çıkacak ben de kucak açtım. Dedim 'hangi gün olursan ol gel'...

26 Temmuz 2009 Pazar

Açık Büfe Kahvaltı

Pazar günlerinin en güzel yanı kuşkusuz kahvaltıdır benim için. Bütün bir hafta, tost, ya da küçük kaplara koyduğum peynir, zeytin, domates kombinasyonları ile geçtiğinden ve bunları ofiste, masa başında günlük gazetelere göz gezdirirken kısa süre içerisinde tüketmek durumunda olunduğundan hep bir özlem vardır Pazar kahvaltılarına karşı. Kahvaltı da günün en önemli öğünüdür ya hani, doyasıya ve uzunca bir süre kalınır kahvaltı sofrasında. Yumurta rafadan olmalı, suyu kaynadıktan sonra yüz saniye kadar daha kısık ateşte durması yeterli. Ekmekler taze, hafta boyunca şekersiz içilen çaylar kahvaltıyı daha da keyiflendirmek için yarım şekerli ve mutlaka son keyif çayı içilirken okunacak bir gazete. İyi bir Pazar kahvaltısı akşama kadar götürür. Tabi benim gibi erken kalkıp Pazar da olsa güne sekizde başlayıp kahvaltıyı en geç onda yapanlar için bu bazen zor olabilir. Geç kahvaltı da günü öldüreceğinden dolayı sabah uykusu gibi tercih edilmeyen bir durum benim için.

Bu Pazar da erken kalkışıma çok geçmeden eşlik eden eşimle birlikte valide hanımlara gittik Pazar kahvaltısına. Annem ve ablamı sabah uykularından uyandırdıktan sonra
havanın güzel olmasından istifade ederek açık havada kahvaltı etmek amacıyla hep birlikte Polonezköy'e gittik. Havanın güzelliği de göreceli bir kavram bana kalırsa. 'Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca' demişse Karacaoğlan, ben de havaya güzel demem, sırtımdan ter damlayınca. Yine de bir çoklarına göre güzel olan bu sıcak havada kendimizi dışarı atarak bir nevi ferahlama peşinde olarak 11:00 gibi Polonezköy'e vardık. Çeşitli mekanlar içinden bahçeli ve açık büfe kahvaltı seçeneğine sahip bir mekanda karar kılındı. Fiyatı duyunca da bir anda benim hayalimde kendi cenaze namazım kılındı. 60 TL verince ya kalp krizi geçirerek ya da ölmez sağ kalırsam yemekten çatlayarak yeryüzündeki son kahvaltımı yaptıktan sonra hurma yemeğe cennete giderim diye düşündüm. Cehennem o an için hiç aklıma gelmedi açıkçası çünkü havanın sıcaklığı itibariyle zaten bizzat yaşıyorduk cehennemi.

İçerisi oldukça ferah çimenler üzerinde masalar bulunan bir mekandı. Biz de bir tanesine yerleştikten sonra sırayla tabaklarımızı doldurmak oradan da midelere transfer etmek üzere hareketlendik. Yazının başında özetlediğim Pazar kahvaltısının olmazsa olmazlarından yumurta rafadan haliyle yoktu... Başka aklınıza gelen, gelmeyen ne varsa karşımdaydı. Peynir hastalığımdan ötürü tabağın yarısını doldurduktan sonra sefer sayısını çoğaltmayı düşünerek peynirleri azaltıp diğer alternatiflerle süslemeye çalıştım tabağımı. Biber turşusu, kızartmalar, acılı ezme ve haydariyi gördükten sonra bir de küçük açarlar herhalde masaya diye düşündüm ama olmadı. Kekler, börekler ve hafta içinde bile yemediğim poğaçalardan uzak durarak mümkün mertebe her çeşitten azar azar almaya gayret ettimse de çeşit bolluğu ile tabağın çapı doğru orantılı olmayınca beceremedim. Sonra sefer sayısının sınırsızlığını hatırlayarak masaya döndüm. Annem, ablam ve eşim, üç bayan olarak benden daha mütevazi tabaklara sahiptiler. Yedikçe yedim ben de aldırış etmeden. Açık hava bir şey olmaz diyerek tabağı bir güzel bitirdikten sonra kısa bir ara verip ikinci seferde dumanı takip ettim. Saatin ilerlemesiyle birlikte mangal yakılmış, etler, tavuklar ve köfteler sıraya girmiş "beni de ye" diye. Tamam da kardeşim, minibüs değil ki bu, midemize oturacak yer kalmasa da ayakta bir yere sıkıştıralım sizi de. Huyum kurusun kıramadım onları da. Birer parça olaraktan ve yanlarına biber kızartmasını da ekleyerekten tabakta taşıdım masaya kadar.Sonrası malum. Neyse ki tatlıyla çok aram yok, onlara hiç bulaşmadan, meyvelere selam bile vermeden buradan çıkabilmek en büyük dileğim. Bir insan evladı Pazar kahvaltısında ne yiyebilir ki? Aslında ismin köküne indiğimizde hiç de öyle krallar gibi yenmesi gereken bir öğün değilmiş gibi duruyor hatta. Kahve altı gibi düşünürsek olsa olsa sigara altlığı gibi iki üç lokmadan ibaret olması gerekir belki de.

Şimdi bana 'yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat' diyecek olursanız, güzel bir Pazar gününde yaz yağmurunu da yedik (yine yediğimiz oldu ama), sohbetimizi de ettik ve ailemizle birlikte hoşça vakit geçirdik. Kahvaltı olayını biraz abartsak da ne demişler 'yiyen şişman, yemeyen pişman'.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Pencere

Gittikçe monotonlaşan hayatın girdabına kapılmadan yaşamak için hepimiz farklı şeylerin peşinde koşuyoruz vakit bulabildiğimizce. İş yerlerimiz ve evlerimiz arasında sıkışan hayatlarımız, sahip olduğumuz hayal gücümüzü sınırlı şekilde kullanmamıza neden oluyor. Yetiştirilmesi gereken işler, hedefler, telefonlar ve emailler arasında kaybolduğumuz işyerinden çıktığımızda da trafikte kaybediyoruz kendimizi. Bin bir güçlükle eve attığımız bedenimizi beslemeye ve dinlendirmeye gayret ederken aslında daha da yoruyoruz farkında olmadan. Boş boş bakılan televizyon dizileri ve internette izlenilen bir kaç dakikalık kısa filmler ile geçiştiriyoruz akşamlarımızı. Oysa en heyecanlı diziden daha enteresan olaylar hepimizin hayatının içinde var. O izleyip de güldüğümüz kısa videolar da bu hayata dair. Biz izleyici olarak ekran başında kalmayı tercih ettiğimiz sürece hayat da bize monoton gelmeye devam edecek. Ne zaman ki ekrandaki pencereleri kapatır, evdeki pencereleri açıp dışarı bakmaya başlarız, o zaman hayatın keyfini daha çok çıkartırız.

24 Temmuz 2009 Cuma

İşsiz Güçsüzken

Sonunda bu kitap da bitti işte. Ya şimdi ne okumalıyım? Hmm.. felsefe mi yoksa roman mı? Belki de hafif, yine mizah içerikli bir kitap daha iyi gelir şu anki ruh halime. Ne de olsa Gülse Birsel’in kitabı hiç de fena değildi. Gayet eğlenerek okumuştum. Psikolojimin deniz seviyesinin altında olduğunu kabul edersek kendimi daha da boğmamak için ağır kitapları geleceğe devretmenin isabetli bir karar olacağı kanısındayım. Kütüphanedeki Aziz Nesin’lerden biri ya da yeni bir kitap. Hani yeni bir hayat bekliyoruz ya, o açıdan okuyacağım kitap bile yeni olmalı sanki. Halbuki eskileri bitirmeden ne gereği var. Ben en iyisi bu sefer kütüphaneden okumadıklarımdan bir tane seçeyim. Kitap seçme ve okuma işini akşama bıraktıktan sonra biraz odamı toparlamaya başladım. Zamanımın çoğunu odamda geçirdiğim için dağılıyordu tabi. Kısa sürede düzelttim etrafı, camı açık bırakarak odayı havalandırmak amacıyla beş dakika kendi başına bıraktım ve salona doğru yürümeye başladım. Salon benim için sessizlik demekti. Odamda müzik, mutfakta çatal, bıçak sesleri vardı ama salon sessiz sedasız bir mekandı. Salonda hiç vakit geçirmek istemiyordum fakat odamı havalandırırken üşütmemek için bir süre oyalanmam gerekiyordu. Kanepeye oturdum, yan yan telefona bakarken arayabileceğim birilerini düşündüm. Aklıma gelenler ya işte, ya okulda ya da askerde nöbette olmalıydı. Çaresizce kumandaya uzandım ve televizyonu açtım. Hafta içi ve gündüz ne izlenebilirdi ki Allah aşkına? Zaten ev kadınlarının nasıl bütün bir günü evde geçirebildiklerini hala anlayabilmiş değilim. Kabloludaki ekranı on altıya bölen ve her karesinde bir tv kanalını gösterirken arkadan da TRT FM’i yayınlayan kanalı açtım. En azından müzik dinlemiş oluyordum. Tam dalıp gitmiştim ki muhabbet kuşunun “Cik” sesiyle irkildim. Hiçbir farkımız yoktu o küçücük kuşla. İkimiz de yiyip, içip, tekrar yiyebilmek için midemizde boş yer açıyorduk. Gün içinde yaptığımız tek farklı şey onun reelde benimse hayalde uçmamızdı. O havada iki tur atıp tekrar kafesine geri dönüyordu oysa ben kafatasımdan bir çıktım mı dönmek bilmiyordum. Oradan oraya gidip geliyordum. Bazen gidip dönüyor, çoğu zamansa karanlıkta kayboluyordum. Dakikalar ağır da olsa geçmişti ve ben tekrar oksijen dolu odama döndüm, pencereyi kapattım. Kitap okumayı akşama bıraktığım için içi resim dolu albümü aldım elime, yavaş yavaş karıştırmaya başladım. Yaş tahminime göre kronolojik bir sıraya sokmuştum tüm resimleri. Çocukluk, ilk, orta, lise yılları, dersaneler, Eskişehir ve sonrası. Sonrası adına pek fazla fotoğraf yoktu zaten. Resmedecek ne vardı ki hayatımda? Bazılarında ne kadar mutlu olduğum yüzüme, gülüşüme yansımıştı. İç geçirdim, tekrar dönmek istedim o fotoğraf karelerindeki ana ve bir müddet orada kalmak istedim. Mümkünatı yoktu. Keşke insan ara sıra bir fotoğraf seçip bir süre o ana geri dönebilse, ne güzel olurdu değil mi? Gerçi ben gözlerimi kapatarak o anlara gidiyorum bazen ama dönüş biletini cebinde hissedince yaşanmıyor doğru dürüst. Albümü yerine kaldırdım, tıraş bıçağımı ve sabunumu alarak banyoya gittim. Günlerdir uzayan sakalım şeklini kaybetmeye yüz tutmuştu. Kesmek için sebebim olmasa da bırakmaya da niyetim yoktu doğrusu. Yüzümü sabunladım ve özenle tıraş oldum. Günler sonra yanaklarımı görebilmek güzeldi..
(Aralık 2004)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Perşembe Çorbası

Bu blogu açalı haftalar oldu ama hala tek bir konu hakkında yazamamışım. Şu Perşembeyi geçirince bir şeyler karalamaya başlayacağım. Hayat bildiğin kadardır. Yaşadıkların ve hayallerinle zamanı yok edebilirsin. Ben de heveslenmeme rağmen gözümü karartıp öğrenemeyince bloga yazmaya başlayamadım bir türlü. İnşallah yarın, güzel gün Cuma, benim için bir başlangıç olacak. Buysa sadece bir deneme. Yemek öncesi az çorba..