İnsan insana benzer ya her birinin içi ayrıdır aslında. Silüetler benzese de mekanlar gibi, yaşanmışlıklar ayırmıştır her birini bir diğerinden. Gezilen yerler yıllarca yerinde durur ama insanlar hep hareket halinde yaşar. Gittik gördük o yerli yerinde duran yerleri, denk geldiğimiz on iki kişi eşliğinde. Onlarla keyifli oldu tur onlarla anlamlı. Göremediğimiz milyonlarca kişiyse başka bir zamana, başka bir mekana kaldı.
28 Aralık 2009 Pazartesi
Göremediklerim
21 Aralık 2009 Pazartesi
Obsesif Hareketler Bunlar
Birikenler yıkanınca katlanıp azalmış temizlerin üstüne yerleştiriliyor. Sonra döngü aksamadan devam ediyor. Fanilalar ve atletler yıkanıp paklanıp çekmeceye diziliyor. En altta kalan bir kaçına sıra gelmeden diğerleri eskiyip duruyor böylece. Hep en üstteki çekilip çıkartıldığı için sıra hiç alttakilere gelmiyor bir türlü. Misal on atlet varsa bunlardan ilk beş altı tanesi haftada bir çalışan çamaşır makinesinin içinde dönüp duruyor. Diğerlerinden bir iki tanesiyse anca ayda bir görüyor hem benim hem de makinenin yüzünü.
Sonra aynı şey mutfakta da oluyor. Bardakları yerine dizerken mutlaka arka sıralarda kalmış henüz kullanılmamış olanlar göz kırpıyor insana. Tabaklar desen öyle. Evde iki kişi olduğumuz için minimum altılı olan takımların altıncısını nadiren kullanabiliyoruz. Hele on iki parça olan yemek takımlarının 12.sinde siftahımız yok belki. Tuş vaziyetinde duran kaşıklar, nakavt olmuş çatallar... Üzerlerinde eskiyenleri taşıyorlar sadece. Ömürleri sıra beklemekle geçip gidiyor.
Hayat da böyle işte. Sırası gelemeden geçip gidenlerle dolu. Biz önceliklerimize yer verirken, yetişemediklerimiz bekleyip duruyor uzanacak bir elin onları çekip çıkarmasını. Bu uzun zamandır gidilemeyen bir yer, dinlenemeyen şarkı, izlenemeyen film, okunamayan kitap olduğu gibi görülmeyen biri de olabilir. Ailemizdekiler ve dostlarımız bizim iç çamaşırlarımız gibidir. Her gün mutlaka bizimledirler. En çok onlara ihtiyaç duyarız ve herkes için bu böyledir. Bizi sarar sarmalar ve güvende hissettirirler. Koruyucudurlar. Kıyafeti bin bir çeşit insanlar olsa da hepsinin içlerinde mevcuttur. Arkadaşlarımız da su içtiğimiz bardaklar gibidir. Kimi zaman dolu bir bardak su içer, bazen ince belli bir çay keyfi yaşarız onlarla. Ya da oranı birbirinden farklı alkol içeren kütlesi değişik bardaklar tutar ellerimiz. Çatal, kaşık ve bıçaklar da bizim yaşamımızı sürdürmemiz içen gerekli diğer şeyler gibi. Her biri bir başka lezzete ulaşmamıza vesile.
Neyi neye benzetirseniz öyledir hayatınızda. Her şeye ve herkese yer vermek imkansız elbette. Yine de sürekli üste veya öne koymaktansa alta, arkaya yerleştirdiğimizde atleti, bardağı ya da çatalı hayatta daha çok yer vermiş oluruz hepsine...
20 Aralık 2009 Pazar
Bir Çift Göz
12 Aralık 2009 Cumartesi
Olmayacak Düş
6 Aralık 2009 Pazar
Çeyrek Umutlar, Amorti Hayatlar
Beklemekle ömür geçer. Umut elbette tükenmez bu ömür boyunca ama umutları uyutmadan taze tutmak için beklemekten çok eklemeliyiz.
24 Kasım 2009 Salı
Sancılı Tercihler
Babamın elimden tutup da Kadıköy'de oynanan Şenol Güneş'in jübile maçına götürdüğü gün dün gibi hatırladıklarımdan en eskisi. Gittiğim bu ilk maçta, numaralı tribünde babamla beraber Trabzon tarafından seyredişimiz, maçın 4-1 Beşiktaş'ın galibiyetiyle sona ermesi, Şenol Güneş'in fileleri öptükten sonra helikopterle stattan ayrılışı, Sinan Engin'in kırmızı kart görmesi kalmış aklımda. Maç kadar hemen yan tarafımızda bulunan Beşiktaşlıları da seyrettiğimi hatırlıyorum bir de. Bir sene sonra yine aynı stadın maraton tribününde ve Fenerlilerin içinde seyrettik maçı. Mahalleden Fenerli bir arkadaşımla beni götüren yine babamdı ve o günde yandan yandan baktım tribündeki Beşiktaşlılara. Ferdinand'ın muhteşem golü çıkmayacak şekilde yerleşti hafızama. Benim de kendimi ait hissettiğim yere yan baktığım son gün oldu.
Galatasaray'ın şampiyon olduğu önceki yıl Kadir ve Ulvi ağlarken ben de içime akıtmıştım göz yaşlarımı. Uzaktan sevdiğim takımın şampiyonluğu kaçırması yolumdan çevirmemiş aksine daha da bağlanmama sebep olmuştu. 88'de yine Galatasaray ve 89'da Fenerbahçe şampiyonluk yaşarken ben üç yıl boyunca ikinci olan Beşiktaş'ı sevmeye devam ettim. 90 senesinde artık tamamen Beşiktaşlı olarak her maçı ya radyonun başında ya da televizyon karşısında takip ediyordum ve şampiyonluk sevincine ortak oluyordum. Ertesi sene yine böyle bir maç öncesi odamda tüm hazırılıklar tamamlanmışken, siyah-beyaz bulunan her şey sağa sola asılmışken babamın sesi geldi salondan, ailece gezmeye çıkacaktık. O zamanlar ben de henüz küçük radyolardan da olmadığı için maçı kaçıracağım anlamına geliyordu bu. İstemeye istemeye çıktım evden. Gittiğimiz yerde yemekten sonra yürüyüş yaparken uzaktaki bir radyodan gelen spikerin sesine doğru koşar adımlarla yaklaşıp dinleyen amcalara skoru sordum. Yeniliyordu Beşiktaş ve maç bitmek üzereydi. Yenilemezdi Beşiktaş, yenilmemeliydi. Kendimi o kadar kötü hissetmiştim ki herhalde o gün kalede golleri yiyen Engin bile benim kadar üzülmemiştir. Ligin bitimine altı hafta kala takip etmediğim ilk ve tek maçın kaybedilişini kendi suçum olarak görüp affetmemiştim kendimi. Ben dinleseydim kazanırdı Beşiktaş.
İki sene üst üste gelen şampiyonluk sonrasında artık tribünde olma isteğim önlenemez bir hal almıştı. 91 senesinin Eylül ayının ilk gününde sezonun ilk maçı İstanbul'da Gençlerbirliği'yleydi. İnanılmaz bir yağmura rağmen İnönü Stadı'nın tribünlerinde yirmi binin üzerinde seyirci vardı ama ben annemden alamadığım vize sonrası Beşiktaş'la ilk resmi buluşmamı iki hafta sonraya ertelemek zorunda kalmıştım. Ve 14 Eylül 1991... Evden tek başıma çıkıp soluğu kapalı tribünün koltuklarında alışım. Stadyuma girdikten sonra merdivenleri hızlıca çıkıp da sahanın yeşilliğini gördüğümde içime dolan mutluluk. Kimseyi tanımadığım bir yerde tek bir söze ortak haykırış ve her golde sarılmalar. Girerken polis aramasında annemin hazırladığı torbadan çıkan kaya gibi kocaman bir elma sonrası "Bu ne lan ?! Bunu hakemin kafasına atsan yarılır.." diyen polise bir ısırıkla "elmayı atmayacağım, yiyeceğim" deyip de içeri bir elimde torba diğerine ısırılmış elma ile girişim milattır benim. Yıllar boyu defalarca o kapıdan içeri giriyor olacak olsam da heyecanım hiç azalmayacaktı. Hatta başka başka statların merdivenlerini hep o çubuklu formayı izleyecek olmanın heyecanı ile arşınlayacaktım...
Yıllar geçtikçe kah tribünden, kah televizyondan ama hep takibe devam ettim maçları. Maçla aynı saate gelen organizasyonlar, programlar veya teklifler de hep ızdırap oldu. Kimi ertelenebilir olanları başka zamanlara erteledik ama kimileri de bedenimin uzakta, ruhumun statta olmasına sebep oldu. Ailece gidilen Cemal Reşit Rey Konser Salonu'ndaki bir dans gösterisinde mini radyoma bağlı kulaklıktan dinlediğim Ankaragücü maçındaki gollerin sevincini unutamam mesela. Lisedeyken gündüz oynana kupa maçlarını sınıfın bir kaç köşesinde dinlenen radyolarla takip ederdik. 'Gol olmuş' haberlerinin çoğu yalan çıktığından kendi radyomdan dinlemeyi yeğlerdim. Bir keresinde Trabzon'da Feyyaz'ın attığı gol sonrası ön sırayı nasıl tekmelediysek sınıfta acayip bir gürültü kopmuştu. Üniversiteye gitmeden ablamın nişan yemeğinde bile garsonu "Pardon bakar mısınız?" diye çağırarak, maçın skorunu öğrenmesini istemiştim. E tabi sofrada ajan gibi kulağında kulaklıkla oturmak o zamanlar abesti, şimdiki gibi telefonve kulaklıkları yoktu. Doğum günleri, düğünler gibi ertelenemeyecek programlar hep sıkıntı yaratmıştır kombinesi cebinde olanlar için. Ne zaman bir düğün davetiyesi gelse hemen fikstürü arar gözler. O hafta içeride miyiz, dışarıda mı bakar ve eğer içerideyse maç aynı güne denk gelmemesi için dualara başlarız. Tabi tüm ayarlamalara rağmen Federasyonun liglerin ikinci yarısını bir hafta erken başlatmasıyla, kendi düğünümün maç saatine denk gelmiş olması ve salonda girdiğimde ilk masadaki davetlilerin elleriyle bana skoru göstermesi de ayrı bir trajikomik durum olmuştu hayatımda.
19 Kasım 2009 Perşembe
Çekirdeğin Kralı
14 Kasım 2009 Cumartesi
O Kadar Oldu Mu?
Rengarenk dünyada siyah-beyazdık. Gülmeye çok alışık değil, hüzünle akrabaydık; ta ki birbirimizi bulana dek! Gülüp geçmeyi öğrendik ellerimiz kavuşmuşken, göz yaşlarımızı ayrılınca sildik. El ele göz gözeyken kaybolduk hayallerde, uyuyup da uyanmamayı istedik birlikteyken. Ve özlem; her zaman var olan. Bir türlü dindiremedik, yaz yağmuru gibi bastırdı hep, ıslandık sırılsıklam olduk, sen bana, ben sana sarılarak kuruduk. İçimizdeki çocuk oyun oynadı, gençliğimizin kanı kaynadı zaman zaman; ama genelde ağır ağır yürüdük. Belki ağır kanlı oluşumuzdan; hiç bitmesin istedik ya da bu yol, ondan.
Sen bendin, ben de sen aslında. Hayata aynı açıdan bakarken ikiye bölmüştü hayat bizi. Birimizi sen, birimizi de ben yapmıştı. Biz de hayatı böldük ikiye; beraber ve ayrı geçirdiğimiz zamanlar olmak üzere…
Ayrıyken yazacak, beraberken konuşacak çok şey var ve ben beraber olup bir ömür boyu konuşmayı yeğ tutuyorum. Onun için şimdilik müsveddesiz yazıyor ve sana geliyorum zarfın içinden olduğum gibi. Çünkü ben her zaman karşına da müsveddesiz çıktım; şekle aldanmadan özümüzü yaşayalım diye. Ayrı geçirmek çok zor bu günü ama hayat şimdilik önde, ne var ki önce “beraberliği” yakalamamız lazım! Sonra gerisi kolay. SENİ SEVİYORUM AŞKIM! YOLUMUZ AÇIK OLSUN…
15.11.2001
Bu satırları tek kalemde saman bir kağıda döktüğüm günü dün gibi hatırlarken, üzerinden sekiz sene daha geçmiş olması ve bu gece onuncu yıla gelmiş olmak ne güzel. Hayat isterse hep önde olsun, bize bu beraberlik yeter.
13 Kasım 2009 Cuma
14 Sene Önce
7 Kasım 2009 Cumartesi
Çizgiler
26 Ekim 2009 Pazartesi
Yaşanmış Yıllar
24 Ekim 2009 Cumartesi
Ankara & Açılım
Ankara'nın beni hasta edişi öksürük, hapşırıktan ziyade çok daha karışık mevzulardan ileri geliyor. Her ne kadar ayaz havasına alışsam da insanlarına ve o şehirde yaşadıklarıma bir türlü alışamadım bu yaşıma kadar. Son gidişimde metroyu kullanmak üzere bilet almak için sırada beklerken elimde bozuklukları hazırladım. Cebimden çıkan üç adet madeni 1 TL'yi uzatarak görevliden bilet istediğimde aldığım cevap tam da 'dakka bir gol bir' hesabı olmuştu. Biletin tamı tamına üç lira otuz sekiz kuruş olduğunu öğrendikten sonra sıradan çıkıp bir müddet kendi kendime güldüm sinirden. Ülkemin başka neresinde böyle bir fiyat olabilirdi ki? Tekrar sıraya girip biletimi ve bir lira altmış iki kuruş olarak para üzerini alıp metroya bindim. Ostim Sanayi Sitesi'nde inince Ankara'da yaşamaktan en çok çekindiğim şeyle başbaşa kalmıştım. Gideceğim müşterilerin adresleri epey bir karışık olduğundan yadım almam gerekiyordu ve ben Ankara'da pek kolay adres tarifi alamıyordum. Sorduğum her kişiden adığım cevap beni gitmek istediğim yerden önce dumurlar diyarına götürüp getiriyordu. Cesaretimi toplayıp bir büfeciye elimdeki adres yazılı kağıdı gösterdim ve kabataslak tarifi aldım. Hiç de koktuğum gibi olmamıştı ki eliyle gösterdiği yönde ilerlerken yeri kaçırmamak adına bir kişiye daha sorma gafletinde bulundum. "Kardeş şu kağıtta yazan yere bakar mısın, buralarda bir yerdeymiş, nerede?", "İki sokak arkada, sağda", "Teşekkür ederim", "Selam söyle"...?!?... Selam mı söyle?.. Kime? Neden? Nasıl? Cevaplarını bulamadan yoluma devam ettim. Aslında bu en azından tarifi aldıktan sonra şaşırtan cinsten biriydi. Önceki gelişlerimde elimde çantalarla, gitmek istediğim yere hangi otobüsün nereden kalktığın sorduğumda bana "Şu taraftan yürüyerek git yirmi dakika sürmez" diyen, arabayla bulamadığımız Bilkent Oteli'nin yerini sorduğumuzda "Bilkent'te" cevabını verenler de olmuştu.
Adres tariflerinin başlı başına bir hikaye olduğu şehirde çok da dolanmadan sadece müşteri ziyaretleri ve dernek yemeğinden sonra kendimi önce uçağa, sonra da evime zor attım. Sakin geçen bir hafanın sonunda eğer evde dinlenebilirsem şu hastalığı da başımdan atmış olacağım inşallah. Yoksa nefes almak, uyumak, konuşmak ve yemek yemenin ızdıraba dönüştüğü günlerde hayattan aldığım zevk de minimuma inmiş durumda.
12 Ekim 2009 Pazartesi
Otuz Dakika
Evvelsi sene karı-koca beraber, evimizin hemen karşısındaki spor salonuna yazılmıştık. İşten geliş saatlerimiz birbirine yakın olduğu için evde buluşur buluşmaz spor çantalarımızı kapıp, salona atıyorduk kendimizi. Bir, bir buçuk saat civarında tepindikten sonra eve dönüp hafif bir şeyler atıştırıyorduk. Tabi bunu haftanın üç, dört gününe yaymak istesek de yaklaşık altı ay süresince, haftada ortalama iki günde kalabildik. Bu bile iyi sayılır. Eğer ki işten eve gelindiğinde soyunup, dökünüp iki kap yemek yenirse zaten o bedeni çekyatın üzerinden hiç bir kuvvet kaldıramıyor. Bütün gün kazan olan insanın kafası da televizyondaki dizilerden ya da facebook'daki kısa videolardan başkasını kaldıramıyor. Sene başında başladığımızspor salonu üyeliğini yaz başında sonlandırıp, fırsat buldukça akşam yürüyüşlerine başladık daha sonra. Zaten salona gidiş amacımız da vücut geliştirmek değil, zinde kalmaktı ve orada geçen vaktin hatırı sayılır bir kısmını yürüyüş bandı alıyordu. Oldum olası da sevememişimdir yürüyüş bantlarını. İstanbul'da yürüyüş yapacak yerler kısıtlı olsa da mahallemde iki tur atmayı yeğlerim.
Bu sene başında salon yerine sokakları mesken edinerek yürüyüş yapmaya gayret ettik ama bunda da pek başarılı olamadık. Sanırım 'para verdik, karşılığını almamız lazım' diyerek en azında haftada iki gün salona giden biz, bazen haftalarca adım atamadık altımıza şortları çekip de. Günün yorgunluğu, televizyondaki bir şeye takılış, eve geç geliş, ertesi güne hazırlık yapılması gerekliliği vs. vs. Çeşitli sebepler ve kendi kendimizi kabullendirdiğimiz bahanelerle eve girip kapattığımız kapıyı açamadık bir daha. Tek tesellim bir buçuk, iki senelik aradan sonra tekrar haftada bir halı saha maçlarına başlayabilmek. En azından haftada bir düzenli olarak top oynamanın dayanılmaz keyfini yaşıyor ve spor yapmış oluyorum. Bu dönem içerisinde işe yürüyerek gidiş gelişlerimi de katarsak, bayağı sportmen biri bile sayılabilrdim. Bütün gün masa başında oturup, işe araba veya servisle giden, eve geldiğinde yemek masasından ekran başına geçiş yapanlarla kıyaslarsak ben gayet zindeyim. Ne var ki bu otuz dakika meselesi kandırmaca. Otuz dakika yürümek için en az beş dakika hazırlanmak lazım, sonrasında duş alıp tekrar giyinmek minimum bir on beş dakika sürer, etti elli dakika.
-Devam edecek-
6 Ekim 2009 Salı
Eskişehir
Cenabet bir yer burası
Hayatımız oldu zehir
Sıktın bizi Eskişehir
Gönlümüz olmuş hovarda
Yapacak bir b.k yok burda
Hepimize daral gelir
Sıktın bizi Eskişehir
Hayal Kahvesi, Buda Bar
Her gece gitsen ne yazar
Sonunda o da bezdirir
Sıktın bizi Eskişehir
Okul dört senede bitmez
Böyle gelmiş, böyle gitmez
Bitirip de gitmek gerekir
Sıktın bizi Eskişehir
Babam diplomayı sorar
Anam evde ağıt yakar
Sevgilim terkedebilir
Sıktın bizi Eskişehir
Sene 2003
5 Ekim 2009 Pazartesi
Kına
İşten çıkıp kayınvalidelere gittiğimde organizasyon her şeyiyle hazırdı. Ben sadece sahnedeki sıramı bekleyecek ve o dakika yerimi aldıktan sonra olayların gidişatına ayak uyduracaktım. Karşı komşu senelerin eskitemediklerinden olunca kapılar açılmış evler birleştirilmişti, bir tarafta erkekler sohbete koyulmuştu, ötekisinde oyunlar oynanıyordu. Trafik mutfakta da bir hayli sıkışıktı ve el birliğiyle kına hazırlanıyordu. Ben ise elimdeki bir kadeh şarabı yudumlayarak Cumartesi gününde çalınabilecek giriş, ilk dans ve pasta müziklerini belirlemeye çalışıyordum kafamdan. Yan tarafta çalan müzikler oldukça farklı telden çalsa da kalbimin ritmi hepsine ortaktı.
Sıram geldiğinde kalabalığı yararak, ortada bana ayrılan sandalyeye oturdum. Yanı başımda duran ve bindallı denen kıyafetin üzerinde örtülen eşarptan yüzü görünmeyen kişinin başka biri olma olasılığını ortadan kaldırmak amacıyla "sen misin?" diye sordum. Daha cevabı alamadan türküler eşliğinde kına geldi ve tören başladı. Geri dönüşü olmayan bir yolda, başrol değil de daha çok yardımcı erkek oyuncu havasında olduğumu fark ettim. Herkes gelin olacağa odaklanmışken yüzü gözü açıkta olan benim pek bir havam yoktu. Öyle ya kıyafetler ona özeldi, bense işte giydiğim takım elbisem ve sabah kesmeme rağmen hafif uzamış sakalımla oturuyordum sadece. Annemi görebildim arkamı döndüğümde, o da bana gülümseyerek göz kırptı ve sanki her şeyin kontrol altında olduğunu ima etti. Kayınvalidem de tam arkamızda duruyordu. Anneleri arkamıza aldığımıza göre sakata gelmeyiz diye geçirdim içimden. Sonra bizim valide sultan, hanımın (o ara nişanlıyız tabi) eli açılmadığı için (sakatlık yok dedim ya, usulen açılmıyor, altın koyulacakmış) avucuna bir şey bıraktı. Bir kaç tur etrafımızda dönülmesi bu seramoninin öncesinde miydi sonrasında mıydı şimdi unuttum ama nihayetinde önce onun eline, sonra da tüm ısrarlarıma rağmen, bir ara kulağıma da sürülme tehdidinden sonra, az bir miktar da benim elime kınalar yakıldı. Bilindik yüksek tepelere evler kurulurken gözler hanımın üzerindeydi, ben ise gözümde patlayan flaşlardan ötürü pek bir şey göremez haldeydim. "Annesi ağlıyor..." diye bir fısıltı duydum ki, yanı başımda dünden hazır olan yaşlar dökülmeye başladı bizimkinden. Halbuki ne güzel oynuyordunuz az önce, niye ağlattınız karım olacak kadını? Onun gözyaşlarını silmek için olay mahalini terki sırasında ben de fırsattan istifade kuru pastaların arasından bulduğum bir peçete ile elimi silerek delil bırakmadan tekrar erkeklerin arasına geçtim...
Kendi kınam böyle geçtikten sonra yine düğünü için geldiğimiz Ankara'da, hamından ötürü kuzenin kına gecesinde bulunmak icap etti hafta sonu. Yine bir evde bizimkine benzer düzende seyreden gelişmelere uzaktan eşlik ederken, bir odada viskiye enerji içeceği katıp demlenmeyi tercih eden gençlerle geçirdik geceyi. Arada odaya gelen teyzeler de ne içtiklerini bilmeden şişeye ortak olunca depoladıkları enerji sayesinde halayı bitiremediler geç saatlere kadar. Orta yaş ve üzerinin sahip çıktığı bu geceye elinde kadehlerle teşrif eden, otuzlarında seyreden bizler ve otuza merdiven dayamış kuzenler sadece birer konuk olduk. Acaba merdivenin boyu uzadığında kendi çocuklarımız için bizler bu tip eğlenceler düzenleyecek enerjiyi bulabilecek miyiz merak ediyorum.
2 Ekim 2009 Cuma
25 Eylül 2009 Cuma
Askerlik Hatıraları
18 Eylül 2009 Cuma
İyi Bayramlar
13 Eylül 2009 Pazar
Düşündük Taşındık
Doğduğum evde senelerce oturmuşuz ki annemle babamın ikinci evleriymiş bu. Benim o evden bizimkilerin şimdiki evine geçişim 17. yaşımda ilk taşınma olayına şahit oluşumdu. Hiç hoşlanmamıştım doğal olarak. Doğum büyüdüğüm mahalleden az da olsa uzaklara gitmek, odamın pencersinden görünen sokak lambasını bir daha göremeyecek olmak burkmuştu beni. Yeni evin tüm konforlarına rağmen alışmış olduğum yeri terk etmek kolay olmadı. Arkadaşlarımın benden önce sırayla bir bir gidişlerinden sonra ben ne ilk ne de sondum aslında. Her biri de üç aşağı beş yukarı yine aynı mahalledelerdi hala. Liseyi bitiriyordum ve ben de bambaşka bir hayata yelken açmak üzereydim.
Yeni eve tam alışmışken de ev değiştirmekten hazzetmeyen ben, şehir değişikliğine mecbur kalmıştım. Üniversite için Eskişehir'e gittiğimde ilk iki sene aynı evde kaldım. Belki de kalınmayacak kadar kötü bir banyosu, bir o kadar kullanışsız mutfağı olmasına rağmen ilk eve alışmıştım. Okula yakınlığı, mahallenin havası yetiyordu bana. İki senenin sonunda ev sahibimizin kirada yaratmak istediği olağan dışı artış sonunda Eskişehir içinde de taşınma maceralarım başladı ve altı senede beşi ev sahibi, biri misafir oyuncu olmak üzere altı evde kaldım. Dolayısıyla altı kere kendim için ev taşıdım, bir kaç kere de arkadaşlarımın taşınmalarına yardımcı oldum. On yedi sene aynı evde ikamet etmişken sonraki on senede hem adres değişikliklerine hem de toplanma taşınma işlerine alıştım ister istemez. İstanbul'a dönüp aynı evde oturmam da pek uzun sürmedi. Askerlik dönüşü evlenince yine yarı ev kurma, yarı taşınma oldu sayılır. Şimdi aynı evde dördüncü senemize girerken bugün kayınbiraderin ev taşımasına yardımcı olunca bir bir gözümün önüne geldi oturduğum evler.
11 Eylül 2009 Cuma
Yokuş Yukarı
9 Eylül 2009 Çarşamba
Yağmura Rağmen
Evde pencereden izler insanlar çoğu zaman. Tıpkı televizyona bakar gibi yağmurlu sokaklara bakarlar. En yakın temasları yağmurun ıslattığı pencerenin iç kısmından buğulanan cama parmaklarıyla bir şeyler yazmaktır. Oysa ki üzerine bir çok şiir ve şarkı yazılmış bu doğa harikasına televizyondan izler gibi bakmaktansa ona dokunmak ve yüzünü okşamasına izin vermenin ne büyük bir keyif olduğunun farkında bile değiller. Açılan şemsiyelerin altında bir o yana bir bu yana kaçışır sonra da evden izlerler.
4 Eylül 2009 Cuma
Mutluluk
3 Eylül 2009 Perşembe
Bisiklet
Epeydir bakıp bakıp duruyordum yoldan geçen bisikletlere. Hani evde sahile yakındı aslında, 'alıp koysam bir kenara, binip sürsem ara ara' diye düşüne düşüne zaman geçip gitti. En sonunda kırdım zincirleri, bastım enter düğmesine ve internetten siparişi verdim. İki günde getirmişler kapıya teslim. İş yerine bisiklet getirtilmez diye kayınbiraderin muayenehanesini adres olarak vermiştim. O da şaşkınlıkla aradı beni teslim alınca. İş yerine getirlmez dedim ama benim işe de gelip gitme niyetim var aslında. Bir Queen şarkısı nelere kadir işte; "I want to ride my bicycle / I want to ride my bike / I want to ride my bicycle / I want to ride it where I like..."
30 Ağustos 2009 Pazar
Saç Sakal
25 Ağustos 2009 Salı
Cevabı Arama
Telefon ile konuşmayı oldum olası sevmemişimdir. Karşıdakinin sesini alma yeteneğim yok denecek kadar az maalesef. Üniversiteye kadar yaptığım telefon görüşmelerinin uzunları bazı maçların devre aralarında on beş dakika ile sınırlıdır. Üniversite için Eskişehir’e geldiğimde ailemle görüşmek için evin yakınındaki postaneye gidip ankesörlü telefonları kullanırdım. Hatta öğrendiğim numarası sayesinde kulübeyi aratıp rahatça konuşurdum. En sinir bozucu olanı da soğukta giyinip, kuşanıp telefon kulübesine gittikten sonra bizimkileri evde bulamayıp telesekreter ile baş başa kalmaktı. Bir keresinde telesekretere “Aradım, yoksunuz” tarzında bir şeyler söyledikten sonra özlediğim muhabbet kuşumuza seslenmek amaçlı “Kuuuşşş, kuuuuşşş, cici kuş, cici kuuuşşş..” diyerek öpücük atarken arkamdan geçenleri fark edip utanmıştım. Muhtemelen beni deli sanmışlardır. Nerden bilecekler kuşun benim her sesimi duyduğunda salonda dört döndüğünü, telefonun üzerine pikeler yaptığını.
Ev arkadaşım ile iletişimimiz ise kantindeki ortak arkadaşlardan rica edilen ‘görürsen söyler misin?’ler ve daire kapısına iliştiren notlar ile sınırlıydı. Okul çıkışında on beş dakika yürüme mesafesinde olan eve ulaşıp da kapıda ‘Biz bilmem ne kafedeyiz’ notunu görünce istikamet değiştiriyorduk. Sonraları çağrı cihazı girdi hayatımıza. Arkadaşım bir İstanbul dönüşü yanında getirip kemerine taktığı cihaz ile ulaşılabilir olmuştu. Çalışma sistemi şu şekildeydi çağrı cihazının, yanlış hatırlamıyorsam 132 aranarak çağrı cihazının numarası verilip kişiye iletilecek olan not söyleniyordu telefondaki sekretere. Sonra o not yazılı olarak cihaza geliyordu; “Bilmem ne kafedeyiz. Bilmem kim’ şeklinde. Bu iletişim ben de cihaz olmadığından tek taraflıydı ama genelde onunla beraber olduğumuzdan bana da mesajlar geliyordu. Annem sınavların bitiminde ben İstanbul’a dönmeden meşhur Eskişehir haşhaşından sipariş vermek istemişti, çörek yapmak için. Gelgelelim 132’yi aradığında karşısına çıkacak kişinin haşhaşı yanlış anlamasından ve başımın belaya girmesini istemediğinden mesajı şöyle göndermişti; ‘Oğlum, geçen istediğimden yine getir. Annen.’… Böylesi daha bir alengirli olmuştu aslında ama önemli olan mesajın yerine ulaşmasıysa başarılı da olmuştu.
Sene 98’in sonlarına gelirken kampüsteki bir kulübeden annemi aradığımda bana şaşırtıcı haberi verdi; “Oğlum telefon aldım”. Ben şaşkınlığı kısa sürede üzerimden atmayı başararak birkaç sene içerisinde edindiğim cep telefonu kültürüyle modeli sordum anneme. Netaş almıştı. Tarif falan etti ama ben annemi ertesi gün değiştirmeye ikna ettim. Piyasadaki bilindik markaları tercih etmek daha doğruydu ve Panasonic mutlu sondu. Artık annemin de bir telefonu ve numarası vardı. O dönemde koca sınıfta parmakla işaret edilecek kadar genç cep telefonu sahibiydi. Ertesi sene bu rakam katlanarak çoğaldı ve benim de buna katkım oldu. Annem telefon ile arayacak pek kimseyi bulamadığından ya da aslında aradığında bulmak istediğinin gurbetteki ben olduğundan kendi telefonunu bana vererek gönderdi beni Eskişehir’e…
Dolaylı yollardan sonra artık direk olarak cebimden ulaşılabilir olmuştum. Tabi bana gelene kadar bir çok arkadaşım da numaralanmıştı. Tek tek rehbere kaydedildi her biri. Zırt pırt aranmaya başladı; "Nerdesiniz?", "Sen de şu dersin notları var mı?", "Maçı nerde izliyoruz?" vs. Biz yazılı iletişime alışmışız ya mesaj denen özelliğine rağbet ediyoruz daha çok? 160 karaktere sığdırmaya çalışıyoruz kelamımızı. Annem de öğrenmek istedi bu mesaj olayını, milletin içinde arayıp beni rahatsız etmek istemeyişinden mesaj atmayı tercih etti. Kendisine en kolay menülü telefonu aldırmıştık ama mesaj yazmanın kolay bir yolu yoktu. "Bak anne A yazmak için bir kere, B için iki, C içinse üç kere bu tuşa basacaksın..." diyerek anlattım. Annemin bana ilk mesajı "TTR UCU ACU" oldu. Öğrenci evinde toplandık telefonun başına, çözmeye çalıştık dakikalarca. En sonunda ben çözdüm yine. TRT3'ü açmamı istiyordu annem. Kimbilir ne vardı da 'ah oğlum da izlesin' diye hemen bana mesaj geçmişti. Biz evde çözüp de kanalı açana kadar Meclis yayınına geçilmişti bile. Sonraları alıştı, harfleri kelimeleri doru yazmaya başladı. Hatta bazı arkadaşlarımın telefon numaralarını da kaydetmişti ve bana ulaşamadığında onlarla da mesajlaşabiliyordu. Bir defasında İstanbul'dan Eskişehir'e gelecek olan bir arkadaşıma gönderdiği "Yavuz'a bir şeyler göndereceğim, akşam bizden alabilir misin?" mesajına gelen "OK" cevabını anlayamamış ve tekrar "Evladım mesajım eksik çıktı, gelebilecek misin?"diye mesaj göndermişti. Arkadaşım kısaltma olduğunu, okey yani tamam demeye çalıştığını ifade edip, 'şu saatte gelebileceğim' diye yazınca da kendisine "OK" diye mesaj göndermişti.
3G (Güzellik, Gizlilik, Gizem)
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Hayata Uyumak
23 Ağustos 2009 Pazar
Doğru
Ortaya koyduğumuz noktanın etrafına çizdiğimiz çemberi büyük bir artı işaretiyle dörde böldüğümüz de dereceler ve değerler oluşur. Yukarıda kalan parçalar (dörtte bir dilimler) artı değer taşırken, altta kalanlar ise eksi değerdedir. Dolayısıyla 0-180 arasındaki dereceler artı, 181-360 arasındaki dereceler de eksi değer alır.
Bizim hayata baktığımız bir açı nerede olursa olsun bize göre doğru iken tam karşımızdaki safta yer alan kişi için ise kendi bakış açısıdır doğru. İşte bu yüzden hayatın genelinde doru veya yanlış diye bir kesin yargı da olamaz. Kanunlar, gelenekler ve ahlak kuralları haricindeki görüşlerde, davranışlarda ve beğenilerde bu bakış açılarına göre herkesin kendi doğrusu vardır. Karşımızdaki kişiyi anlamak için ısrarla bulunduğumuz noktadan bakmaktansa kendimizi onun yerine koyup olaya bir de o açıdan bakmak gerekir. Bu illaki her zaman karşıt görüşleri, beğenileri de onaylamak anlamına gelmez elbette. Sadece onların da kendince doğruluk payı içeridiğini kavrayarak hoşgörülü olmamıza yardımcı olur. Hayatın içinde olan insanlardan bizim bakış açımıza yakın olanlar yanımızda yer alarak eş, dost kısmını oluşturur.
19 Ağustos 2009 Çarşamba
Sen Bakma Bana
18 Ağustos 2009 Salı
Arada Sırada Düşünür
Farklı bir tatildi bu sefer ki. En güzeli olmak için alternatifleri olsa da en özgürüydü kesinlikle. Bir tekneye atılan adımla koptu bütün bağlar. Nerde akşam, orda sabah, koy koy gezildi. Hayal ettiğimiz gibi yıldızları seyrederek uykuya daldık ve sabah üzerimize doğan güneş ile uyanıp yüzümüzü denizde yıkadık. Bir hafta boyunca yarı çıplak yaşadık. Ayaklarımız özgür, bedenimiz özgür. Ne bir tişört ne bir çorap. Sadece dönüşümlü giyilen mayo ve şort mayo idi kostümümüz. Akşam üstleri bira veya şarap, yemeklerde rakı eşlik etti bize. Müziği biz seçtik, yediğimizi önümüze, yemediğimizi ardımıza koyduk. Yedik, içtik ve doyduk.
Son gün karaya yanaşırken herkesi bir hüzün kapladı doğal olarak. Kısa süren bir hikayenin mutlu mesut yaşanan satırları bitmek üzereydi. Kaçınılmaz son ile en keyifli ulaşım aracından en sıkıntılısına transfer olup bedenlerimizi İstanbul'a taşıttık topluca.
Sabah bir arkadaşıma konuyla ilgili veryansında bulunurken bana Bülent Ortaçgil'in şarkısını gönderdi. Resmen durumu özetlemiş. Şarkının adı 'Arada Sırada Düşünür'.
dünyayı sığdırmış evine / beşe dört metre / yüz metre küp hava memnun / dünyası cebindeki kadar / birkaç binlik (birkaç milyon) / birkaç anahtar emin / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür / dünyası gezdiği yollar / evden işe, işten ev kadar kısa / kokladıklarıdır dünyası / limon kolonyası, lavanta...hepsi uçucu / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür / dünyadan okuduğu şeyler / tv haberleri, gazeteler kupon kupon... / dünyası aldıklarının küçük bir listesi / üç, beş, altı... ucuz / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür
-Devam edecek-
7 Ağustos 2009 Cuma
Yokum Ben
6 Ağustos 2009 Perşembe
Araba Dediğin
Sokakta oynadığımız yıllarda herkesin arabası yoktu. Öyle ki dakikalarca top oynar, sokaktan araba geçerken ara verir, lastiklerinin kale direklerini temsil eden taşlara denk gelerek bozup bozmadığını kontrol ettikten sonra oyuna devam ederdik. Otoparklar yoktu ve kaldırım kenarına park edilen arabaların sahipleri tek tek bilinirdi. Doksanlı yılların başında reşit olmama az kalmıştı ve bizimkiler (annem ile babam) kırk bir yaşlarına girerken ehliyetlerini yeni almışlardı. Üstelik her ikiside direksiyon sınavından yüz tam puan alarak (kırk bir kere maşallah her ikisine). Ben ise on sekizimi doldurup sınava girince seksen sekiz puanı anca alabildim. 1991 senesinde bir şekilde bizimkilerin ikinci el Doğan marka araba almaları ile ailece arabalanmış oluyorduk. Bizimkiler, sonra ablam ve en sonunda da ben bu arabada bütün acemiliklerimizi attık. Bu süre zarfında beni rahatsız eden tek şey arabada kasetçalar olmayışıyken, evin bayanları ağır direksiyondan kol kası yapmıştı. Mahalle aralarındaki turlar, yakın mesafe gidiş gelişler ile ufak ufak arabaya ısınmışken babamın bir gün "şu köşeye kadar git, sonra ben alırım" kandırmasıyla kendimi minibüs yolunda bulunca İstanbul trafiğiyle tanışmış oldum. Şu ana beş değişik araba modeli kullandım İstanbul yollarında ve her birinden ayrı keyif aldım.
Doğan L (1995-1997): Ailemizin ilk göz ağrısı. Müziksiz araba kullanmak ızdırap olsa da o yıllarda acemi şoför olduğumuzdan bütün dikkatimizi yola ve aynalara veriyorduk zaten.
Tipo (1997-2007): Tam anlamıyla tadını çıkardığım ve zaman zaman özlediğim arabamız. Her ne kadar ailece satın almaya gittiğimizde eski arabımızı bırakıp onunla dönerken biraz garip olsak da ilk sıfır kilometre arabamız olması sebebiyle tam anlamıyla bizimdi işte. Üstelik radyolu kasetçaları vardı, daha ne olsun. Direksiyonu eskisinden sonra tüy gibi gelmişti. Yedi sene boyunca kahrımızı çekti, her yaz annemleri Karadeniz'e taşıdı. Griydi, güzeldi.
Opel Astra (2004- ): Babamın evdeki ehliyetli başına düşen araba sayısını arttırmak amaçlı sürpriz yaparak aldığı araba. "Araba bu" dedirten, konfor, güç ve her türlü yeniliği barındıran çalınmadan önce lacivert, çalınıp bulunduktan sonra yenisiyle değiştirilen gri araba. Hem de CD çalarlı.
Wolksvagen Polo (2007- ):Annem için alınan, son derece sevimli, kullanması bir o kadar yumuşak olan. Mavi olmasından başka şansı yoktu annemin olduğu için.
Kia Picanto (2004 - ): Eşimin kendi iradesi dışındaki seçimle alınan ama evlendikten sonra benimde severek bindiğim ve otomatik vitesli minik araba. Park problemi yaşatmayan, istepnesi olmadığına kimseyi inandıramadığım gri renkli Kore harikası.
4 Ağustos 2009 Salı
Eskişehir'e Giderken
1 Ağustos 2009 Cumartesi
Yürüdüğüm Yollar
Yürümeye devam ediyorum üst geçide doğru. Ben ve bir sürü kişi köprünün öte yanına geçerken, bir o kadarı da bizim geldiğimiz yöne geçiyor. Uzun boylu, diken saçlı çocuk tamam. Hep aceleci tavırlarla koşturan bayan, o da tamam. Kızını elinden tutarak okula götüren adam, hah köprünün diğer başında belirdi. Belli ki bugün o geç kalmış.
Devam edecek...
31 Temmuz 2009 Cuma
That's the day, I like it!
28 Temmuz 2009 Salı
Sigara Yasağı
27 Temmuz 2009 Pazartesi
Pazartesi
Çalışmaya başladığım ilk yıllarda fazlasıyla bu hissiyatlar içinde bir sabah servisi beklerken kurtuldum bu sendromdan. Baktım hayatım boyunca o beni terketmeyecek ve ben yaşadıkça hep karşıma çıkacak ben de kucak açtım. Dedim 'hangi gün olursan ol gel'...
26 Temmuz 2009 Pazar
Açık Büfe Kahvaltı
Bu Pazar da erken kalkışıma çok geçmeden eşlik eden eşimle birlikte valide hanımlara gittik Pazar kahvaltısına. Annem ve ablamı sabah uykularından uyandırdıktan sonra havanın güzel olmasından istifade ederek açık havada kahvaltı etmek amacıyla hep birlikte Polonezköy'e gittik. Havanın güzelliği de göreceli bir kavram bana kalırsa. 'Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca' demişse Karacaoğlan, ben de havaya güzel demem, sırtımdan ter damlayınca. Yine de bir çoklarına göre güzel olan bu sıcak havada kendimizi dışarı atarak bir nevi ferahlama peşinde olarak 11:00 gibi Polonezköy'e vardık. Çeşitli mekanlar içinden bahçeli ve açık büfe kahvaltı seçeneğine sahip bir mekanda karar kılındı. Fiyatı duyunca da bir anda benim hayalimde kendi cenaze namazım kılındı. 60 TL verince ya kalp krizi geçirerek ya da ölmez sağ kalırsam yemekten çatlayarak yeryüzündeki son kahvaltımı yaptıktan sonra hurma yemeğe cennete giderim diye düşündüm. Cehennem o an için hiç aklıma gelmedi açıkçası çünkü havanın sıcaklığı itibariyle zaten bizzat yaşıyorduk cehennemi.
İçerisi oldukça ferah çimenler üzerinde masalar bulunan bir mekandı. Biz de bir tanesine yerleştikten sonra sırayla tabaklarımızı doldurmak oradan da midelere transfer etmek üzere hareketlendik. Yazının başında özetlediğim Pazar kahvaltısının olmazsa olmazlarından yumurta rafadan haliyle yoktu... Başka aklınıza gelen, gelmeyen ne varsa karşımdaydı. Peynir hastalığımdan ötürü tabağın yarısını doldurduktan sonra sefer sayısını çoğaltmayı düşünerek peynirleri azaltıp diğer alternatiflerle süslemeye çalıştım tabağımı. Biber turşusu, kızartmalar, acılı ezme ve haydariyi gördükten sonra bir de küçük açarlar herhalde masaya diye düşündüm ama olmadı. Kekler, börekler ve hafta içinde bile yemediğim poğaçalardan uzak durarak mümkün mertebe her çeşitten azar azar almaya gayret ettimse de çeşit bolluğu ile tabağın çapı doğru orantılı olmayınca beceremedim. Sonra sefer sayısının sınırsızlığını hatırlayarak masaya döndüm. Annem, ablam ve eşim, üç bayan olarak benden daha mütevazi tabaklara sahiptiler. Yedikçe yedim ben de aldırış etmeden. Açık hava bir şey olmaz diyerek tabağı bir güzel bitirdikten sonra kısa bir ara verip ikinci seferde dumanı takip ettim. Saatin ilerlemesiyle birlikte mangal yakılmış, etler, tavuklar ve köfteler sıraya girmiş "beni de ye" diye. Tamam da kardeşim, minibüs değil ki bu, midemize oturacak yer kalmasa da ayakta bir yere sıkıştıralım sizi de. Huyum kurusun kıramadım onları da. Birer parça olaraktan ve yanlarına biber kızartmasını da ekleyerekten tabakta taşıdım masaya kadar.Sonrası malum. Neyse ki tatlıyla çok aram yok, onlara hiç bulaşmadan, meyvelere selam bile vermeden buradan çıkabilmek en büyük dileğim. Bir insan evladı Pazar kahvaltısında ne yiyebilir ki? Aslında ismin köküne indiğimizde hiç de öyle krallar gibi yenmesi gereken bir öğün değilmiş gibi duruyor hatta. Kahve altı gibi düşünürsek olsa olsa sigara altlığı gibi iki üç lokmadan ibaret olması gerekir belki de.
Şimdi bana 'yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat' diyecek olursanız, güzel bir Pazar gününde yaz yağmurunu da yedik (yine yediğimiz oldu ama), sohbetimizi de ettik ve ailemizle birlikte hoşça vakit geçirdik. Kahvaltı olayını biraz abartsak da ne demişler 'yiyen şişman, yemeyen pişman'.
25 Temmuz 2009 Cumartesi
Pencere
24 Temmuz 2009 Cuma
İşsiz Güçsüzken
(Aralık 2004)