21 Kasım 2010 Pazar

Hepimiz Kurbanız

Kurban bayramı ve tatil biter, yarın herkes kurbanlık koyunlar gibi otobüslere, metrobüslere, servislere ve arabalarına binip işlerine gider...

30 Ekim 2010 Cumartesi

İleri Geri Saatler

Bu gece yarısından sonra saat 04:00'de saatler bir saat geri alınacak. Yani yatıp kalktığımızda bir saat fazla uyumuş olacağız en nihayetinde. Tabi ki amaç gün ışığından daha çok yararlanarak enerji tasarrufunda bulunmak ama bizim için Pazar uykusunun artı bir saat uzaması ve unutkan olanlarımızın ertesi gün işe bir saat geç kalması demek bu eylem.

Bu saatleri ileri-geri alma durumu kişiye özel olsaydı olmaz mıydı? Mesela herkesin sene içerisinde saatini bir kez ileri bir kez de geri alma hakkı olsa, dilediği an bunları kullanabilse. 'Zaman eşittir para' kavramının geçerli olduğu günümüz dünyasında kimler neye göre bu hakkı kullanırdı acaba? Bir çocuk lunaparkta geçirdiği zamanı uzatmak için saatini geri almak isterken, iğneyle yaklaşan bir doktor gördüğünde çocuk aklıyla saati hemen ileri almak isteyecektir muhtemelen. Öğrencilik zamanında sınav süresince yetiştirilemeyen cevaplara ilaç olabilirdi bu saati geri alma işi ya da ilk kez aşık olunan kişiyle daha fazla vakit geçirmek için hesapsızca kullanılabilirdi bu hak. Gençlikte zaman hızlı geçtiği için ileriye alma durumları ancak beklenen bir konserin bir an evvel başlaması için tercih edilirdi herhalde. Bir otobüsü, uçağı kaçırmak üzereyken, önemli bir toplantıya geç kalındığında; nikaha, düğüne yetişilemeyecek gibiyken saatler geri alınarak durum kurtarılırken nadiren de olsa sıkıcı geçen bekleme anlarında ileri alarak yola devam edilirdi. Yaşlılıkta sadece ilaç zamanları için bakılan saatlerin ileri geri alınmasının önemi kaybolurken belki de kullanılmayan haklar da kaybolup giderdi zaman içinde...

5 Ekim 2010 Salı

Sohbet

Sohbet etmeyi unutmuşuz. Tek satırlık cümlelerle ekrandan iletişim kuruyoruz herkesle. Gülümsememiz iki nokta üst üste ve kapa parantez, üzüntümüz aç parantez... Gözümüz açık gönlümüz kapalı. Oturum açıp duruyoruz masa üstünde ama bir masanın başında toplanıp da açık oturum yapamıyoruz iki kişi. O yüzden de anlamıyoruz, bilemiyoruz kimin parantezi açık kimin ki kapalı bu hayatta. Şu üç günlük dünyada karşılıklı içilen kahvelerin sıcaklığını sohbete dökmek, kaldırılan kadehlerle beraber dertleri de rafa kaldırmak yerine bir kaç dakikalık videolara gülüp geçiyoruz. Tıklanma kaygısını taşırken tıkandığımızı farketmiyoruz...

13 Eylül 2010 Pazartesi

Ne Olacak Bu Göbeğin Hali?

Bundan üç sene evvel ofiste bilgisayarımı açmak için masanın altına eğilip kalktıktan sonra patlamak üzere olan pantolonum ve sırtımdan aşağı doğru boşalan ter sebebiyle kararımı vermiştim. Sigarayı bırakan tiryakiler gibi bir anda yemeyi bıraktım ben de. Artık keyfe dönüşen atıştırmalar, öylesine veya ölesiye götürmeler son bulmuştu hayatımda. 'Hayır' demesini öğrenmiştim kendi kendime. Arada bir yapılan kaçamaklarda da buçuklu porsiyonlar, büyük seçimler ve ortaya karışıklardan vazgeçtim. Karnımı doyuracak kadar yiyip kalktım masadan. Altına eğilemediğim masa yüzünden yemek masalarında az vakit geçirdim hep.

Böyle böyle düzene girdi beslenme alışkanlığım ve normale döndü kilom. Haftada bir halı saha maçları ve yürüyüşler sayesinde de göbek falan kalmadı ortada. Geçtiğimiz Nisan ayında dizimden sakatlanıp sporu unutuşum ve yazın da gelmesiyle birlikte önüme geleni yutuşum sonrasında üç sene evvelki noktaya dönmüş olduğumu fark ettirenin yine bir bilgisayar olması ise işin komik yanı. Ofisteki diz üstü bilgisayarların miadı dolduktan sonra yerlerini masa üstü bilgisayarlara bırakması ile benim açma kapama tuşuna basmak için eğilmek zorunda olmam yine aynı yolun başına koydu beni.

Hayat kızma birader oyunu gibi. Kızmamak gerekiyor gerçekten. Hem daha önce yaptığıma göre yine yapabileceğim aşikar. An itibariyle eşim önüme doğru bir gofret uzatıyor ve ben ne diyorum? "Hayır"...

4 Eylül 2010 Cumartesi

Hayat Zor, Yaşamak Kolay

"Zor dostum zor" diye başlıyordu derdini anlatırken. Bir kendi bilirdi zorluğunu, bir de Allah. "O iş zor" diyordu yapılması beklenen işler için de. "Pekiyi kolay olan nedir?'" diye sormak da bana zor geliyordu işte. Öylece geçip gidiyordu hayat aramızdan. Zorluklara aldırış etmeden, sorulara cevap bile vermeden hem de. Kolay olan, ardından seyretmek kalıyordu bize de. Yarınlara onların ardından bakmak için bugün yapılması gereken tek şey öylece seyretmek. Oysa ki hayallerin ötesine geçildiğinde, yarınların da ötesinden geriye dönüp bakmak mümkün olabilir miydi? Bu da zor bir soruydu... Kolay olan kabullenmekti her şeyi. Zor olansa değiştirmek. Değiştirmek için kılıcı kınından çıkarma kısmı uzadıkça ağırlığı artıyordu, kılıcın da kının da. Kolda derman kalmaz, başta dert çoğalır zamanla. Ama kılıç kınından bir çıktı mı bütün kördüğümler ya çözülür ya kesilir...

Ufakken büyümek ister ya insan hep. Yaş olarak da ebat olarak da. Sonra da aksine küçülmek ister. Büyümek için beklemek zor gelir de bir şey yapmaya gerek kalmaz. Oysa ki küçülmektir işin zoru.Sen büyürsün; dertler büyür, hayallerin küçülür. Zaman küçülür, kalmaz hatta. Hayat sana fırsat bile tanımaz hayal kurmak için. Yiyip içer, gülüp geçersin günlük olanlara. Sırası geleni yaşarsın 'kader' bilerek, başına geleni çekersin 'keder' diyerek.Bir bakmışsın ki sallandığın salıncak gidip gelmiyor artık ileri geri. Görebildiğin göküzü de yüzüne vuran rüzgar da yok.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Bilemiyorum

Bir Yağız vardı sahi, ne oldu ona? Ne yapıyor acaba şimdi? Sadece iki sene sınıf arkadaşı olarak kalabilmiştik, sonra ayrıldı sıralarımız. Bir tatilimiz var on beşinde, yediğim ilk dayak da onun sayesinde. Merak içindeyim eski mahallemdeki arkadaşlarımın hallerini. Beraber içtiğim, içimi döktüğüm gurbetteki Tuğrul nerede? Kütahya'yı gördüm onun sayesinde. Unutamam ki...

Askerlik başvurusunda beklemek zorunda kaldığım saatleri geçirdiğim Özgür. Uludağ mezunuydu, sigortacı olmuştu askerden dönünce. Telefonu duruyor rehberimde. Silsem mi ki? Ya askerdeki Murat Tan. İnsan arada bir selam verir lan. Öyle asker selamına da gerek yok, altı ay boyunca yaptığı gibi bıyık altından gülümsese anlarım ben. Diğerleri varken o yok ortada. Hocayı da göremiyorum ne zamandır. İlkokul perdeleri değişirken eskilerini atmayıp pankart yapmıştı. Asarken kornişlerini farkedip sorunca öğrenmiştim. Hala geliyor mu acaba maçlara, pankartı da görünmüyor ne zamandır. Geçende köfteci Sedat Ağabey geldi aklıma. Eskişehir'deki evimizin yanındaki salaş dükkanında yediğim o lezzetli köftelerin tadını bulur muyum bir daha? Göbekliydi, içtiğinden. 'Söylediklerimin yarısını at, yarısını tut' derdi konuşurken. Bıraksam adını da unutur muyum?

Onları anarken ben, onlar da anımsıyor mudur beni arada sırada...

29 Temmuz 2010 Perşembe

Yapılacaklar Listesi

Sene başında kendi kendime yazılı olmayan bir liste oluşturup yapmak isteyip yapamadığım bir takım şeyleri sıralamış ve o zamandan beri de onları sırasıyla hayata geçirmeye gayret ediyordum. Unutulan, vakit bulunamayanlar, üşenilen ve ertelenenler bir bir eksiliyordu bu listeden. Her yeni yıla yeni başlangıçlar umuduyla girilir ama ne hikmetse karlar erimeden bütün hayaller erir gider ve rutin hayata devam edilir. Tıpkı Pazartesileri girilen ve hafta sonuna kalmadan çıkılan diyetler gibi. Monotonlaşan hayatlardır bu umutların ve planların törpüleyicisi. Git gel hafta boyunca iş hayatının koşturmacası, ev ile ofis arasında trafik yoğunluğuna bağlı oluşan yorgunluk ve hafta sonuna sığmayan uzun bir liste...

Şimdi yapılacaklar listesinde bir maddeye daha çizik atmak ve ona bağlı bir alt başlık açmak üzere bekliyorum hafta sonunu. Sekiz gün sonra kaldığım yerden devam edecek, kah başlık ekleyecek kah öncekileri sileceğim. Bu liste uzadıkça uzayacak ve hiç bitmeyecek muhtemelen. Önümde duran bembeyaz bir sayfaya ne yazsam diye düşünüp duracağım gün geldiğinde ya da sadece sayfanın sonuna bir şeyler yazıp üsttekileri hiç okumadığımda bedenimle ruhum ayrışmış demektir. Biri kalem olur ucu yok, diğeri kağıt olur suçu yok...

23 Temmuz 2010 Cuma

Bir

Seneyi doldurmuşuz buraya yazmaya başladığımız günden beri. İlkokulda öğrendiğimiz harfleri yan yana getirerek kağıt üstünde kelimeleri peşi sıra dizeli yıllar yıllar olsa da kimileri birilerinin hatıra defterlerinde, kimileri en sadık dostuma giden zarfların içinde, kimileri okul yıllarında tutulan notlarda, kimileri internet aleminde orda burda ya kayboldu ya da kaydoldu.

Burası ise ne hatıra ne de not defteri. Bir internet adresi olsa da üzerinde yazılı, gideceği tek bir adresi yok yazılanların. Ben yazıyorum içimden geçenleri, sen de oku içinden seçtiklerini. Kafamı toplarlayabildiğim zamanlarda, içinde dağılanları da burada toplamaya gayret ediyorum elimden geldiğince. Bir seneden beri...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Sizin İzin Ne Kadar?

Gün ağırıyor, güney çağırıyor artık bizi. Sırtımızdan akan ter damlalarına eşlik etmeyi bekleyen daha tuzlu damlacıklar var güney sahillerinde. Kışın ortasında donarken, hayaliyle ısındık ve ayırttık yerimizi ne olur ne olmaz diyerek. Şafak sayan asker gibi günleri saydık birer birer. Neler yapabileceğimizi plansızca geçirirken kafamızdan, yüzümüzde tebessümden öte ifadeler oluştu. Bütün bu heyecan fırtınası aslında bir yel gibi gelip geçecek olan sadece bir hafta içindi. Sekiz gün, yedi gece ve sadece iki hece; tatil...

28 Haziran 2010 Pazartesi

Yaz Gelir Yazasım Gider

Yaz gelir ve yazasım gider, bu hep böyle olmuştur. Herkes için mi geçerlidir bu yoksa bana has bir hissiyat mıdır bilemedim. Gerçi tatil kavramı hep 'yaz'ı aklına getirir insanın ve mevsim olan 'yaz', eşseslisi, emir kipi 'yaz'ın isme dönüşmüş hali 'yazı'yı da alır götürür tatile. Kelimeler böyle minibüste ayakta giden yolcular misali içiçe girerken benim kalemim de sıcakla beraber erimeye, anlamlı cümleler yazamamaya başlıyor işte...

20 Haziran 2010 Pazar

Mahcubiyet

Ellerin kadardım ellerinin arasındayken, sonra büyüyüp kayıp gittim o ellerin arasından... Tuttuğum ellerin ve sözlerinle kaybolmadan buldum hep yolumu. Yerinde durmayan gözlerine sabitleyemediğim gibi gözlerimi, kendim de duramadım yerimde. Seçemediğim yolların nereye gittiğini bilemeden yürüyorum hayatta. Sen bana baktığında ne görüyorsun onu da bilemiyorum ama ben sana her baktığımda mahcubiyet yaşıyorum. Yarım kalan sayfaların uçları gibi bükük boynum. Yere değen bir pantolon paçası gibi ölçüsüz, bardağın dibinde kalmış çay gibi kurumuş hayallerimi yaşatamadığım için...

30 Mayıs 2010 Pazar

Saat Kaç?

Bir saat sonra gün biter, bugünle birlikte hafta biter, yarın olur ay biter, ayla birlikte ilkbahar biter... Sonra yaz başlar ve bizi haşlar bu sıcaklar!




25 Mayıs 2010 Salı

Sensiz Geçecek Günler

Taksim'den dolmuşla dönerken bakacağım yine, sanki her seferinde ilk kez görüyormuşçasına heyecanlanarak ve Ağustos'a kadar içinde şarkılar, türküler yankılanacak bizim bestelerimiz yerine. Bazen ben de olacağım çimlerinin üzerindeki kalabalığın içinde ama sen olmayacaksın. Alkışlar, çığlıklar arasında kimler kimler gelip geçecek ama hiç biri senin yerini dolduramayacak. Ne çekilen halaylar ne de sallanan başlar golden sonraki pınarbaşının tadını veremeden bitecek o günler de. Ve biz sana kavuştuğumuzda yine isyan edeceğiz; "Sensiz geçen günlerin..."

20 Mayıs 2010 Perşembe

Dinleti

Çalıyorsun karanlığa doğru ama kimse dinlemiyor. Derin bir nefes çekip geceden, kapıdan içeri girdiğinden beri içinde tuttuğun her neyse notalarla dökülüyor ortaya. Ortalık toz duman, bin çeşit insan. Biri birine bakar görmez, biri birini yakar sönmez. Sen ise karanlığa doğru söylersin gece boyunca. Ne söylediklerini anlayan var, ne de peşinden el sallayan. Yalandan bir alkış kopar sen giderken sonra derler ki "daha erken!". Çalıp durursun aldırış etmeden, yüzüne vuran ışıklara, aklı bir karış havada aşıklara rağmen. Sonra toplarsın pılını pırtını, verirsin selamını. Alan olursa oh ne ala, yoksa yüklen pedala. Dönen bisikletin tekeri olsun...

14 Mayıs 2010 Cuma

Başbaşa

Başbaşa kaldık, bir hayal kurduk. Başbaşa verdik, bir hayat kurduk...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Ben Her Cuma Simit Yerim

Oldum olası severim simidi. Küçükken, öğrenciyken, yolda, vapurda, maçta, evde hep keyif almışımdır simit yemekten. Tezgah simidi olacak ama hani o 'çıtır' diye tabir edilenlerden. Pastanelerde çıkan yumuşacık, pamuk gibi simitler ve kandillerdeki o küçücük olanlar hiç cezbetmez beni. Her şehrin simidi de farklıdır birbirinden. Mesela Ankara'nın yanık ince simitleri en meşhurlarındandır. Her ne kadar önceleri beceremeyip yaktıklarını öne sürerek laf atsam da zamanla alışıp sevmiştim. Okuduğum yıllar boyunca pek tatmin olamadığım Eskişehir simitleri, şehrin kokoreççi yetersizliği ve standart İstanbul'da sosisli satan büfelerin orada olmayışından sonra gıda sektöründeki eksikliğiydi benim için. Yine de öğrenciliğin duyurduğu gereksinim sonucu karnımızı doyuran olmuştur simit. Üniversitenin kapısında duran simitçi amcayı da alıştırmıştım. Her Cuma ışıklarda beklerken göz göze geldiğimizde elimle yaptığım işaretlerin simgelediği sayıya göre hazırlardı simit poşetini. Hala her Cuma işe erken gelip masamda kimselere dokundurmadan sürüyorum hem simide peyniri hem simidin keyfini.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Bağlarım

Beni hayata bağlayan, oynaması da izlemesi de ayrı bir keyif olan güzelliklerden biridir futbol. Güzelliğini kazanmaktan öte yaşattığı duygularda bulduğum, tribündeyken de oyunun içindeyken de hırsla değil, aşkla takip ettiğim meşin yuvarlağın bitmeyen hikayesiydi...

Yedi sekiz yaşlarından beri top teptiğimi düşünürsek yirmi beş senedir de fiili olarak haşır neşiriz demektir futbolla. Kendimce yaptığım hesaplarla maksimum beş altı sene sonra noktayı koyarak uzaktan sevmeye devam edecektim. Olmadı.. Evdeki hesap çarşıya uymadı ve geçtiğimiz hafta yırtılan sadece sol diz çapraz bağlarım değil, benim yazdığım hikayede futbola ayrılan kısmın da kalan sayfaları oldu.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Geçer

Geçer...
O da gelir, o da geçer. Dert ararsan çok hayatta. Aramasan da bulur zaten seni. Sen mutluluğu arayacak, bulduğunda da kovalayacaksın. Malazgirt bitsin, Kurtuluş Savaşı kazanılsın. Sonra... Bitmez ki hayattaki savaşlar, yetmez ki insanı doyurmaya pişirilen aşlar. Sen her savaşı kazan ve hep bekle içi yemek dolu bir kazan.
Olmaz...
Kazanır, kaybedersin ve bir şeylerden hep öyle vazgeçersin.

16 Nisan 2010 Cuma

Nasılsın?

Cevabı hiç verilmeyen bir sorudur bu 'nasılsın'. Her daim iyi olunduğu belirtilerek geçiştirilen ve sorana nasıl olduğumuzu sorduğu için üstüne bir de teşşekkür edilen tek kelimelik cümle. Aslında herkes için başka başka hallerde cevabı vardır da hiç kimse onu açığa çıkarmaz, çıkaramaz ve sadece 'iyiyim' der. İşin garibi kötü olsa bile öyle der. Neredeyse hayata son kez bakmakta olan birine sorsanız bile, vereceği cevap yine tek kelimelik bu anlamsız cümledir.

Bu sorunun bir de çoğul hali vardır ki her seferinde içimde onlarca replik kurup, hiç birini kullanamamanın üzüntüsüne rağmen ben de iyiymiş gibi yaparak soruyu beklenen cevabı ile karşılayıp teşşekkürlerimi ilettikten sonra sorarım; "siz nasılsınız?". Kişilik bölünmesi yaşayan ruhuma yöneltilmiş gibi hissetmeme yol açan bu soruya, "Nasıl mıyız? Anlatalım da dinleyin.." diye başlayarak devam etmek istiyorum bir gün.

-Devam edecek-

30 Mart 2010 Salı

Çalsan Ne Yazar

Güzel şeyler çal be dostum bu sefer. Her melodi hüzne götürmesin bizi artık. Bırak parmaklarını, tut dilini ama ritmin de kaçmasın yine efkara doğru. Neşeli bir parça olsun repertuarından seçtiğin ya da doğaçlama uyuduruver kendin. Sözleri içimizi acıtan şarkılardan sıkılmadık. Onlar bizim her daim. Sadece bu seferlik olsun kapanmasın gözlerimiz. Kesilsin ayaklarımız yerden müzikle beraber. Eşlik eden ruhumuz olsun ona, göğe doğru...

Her tınısında ayrı bir tat var bu hayatın ve sevdiklerimiz kadar kulaklarımızı tırmalayanlarda var elbet. Sen sevdirdiklerinden çal bu sefer biz eşlik edelim; kah başımızı sallayarak, kah tempo tutarak. Sen çal kendi kendine; kah bizi geçmişe saplayarak, kah geçmişi hepten unutarak...

17 Mart 2010 Çarşamba

İndi-Bindi

Hayat bir 'mini düş' , indi-bindi bir kaç yüz...

15 Mart 2010 Pazartesi

Çamur

Çamura bir kere battıktan sonra yapacak bir şey yoktur. Bir an önce çamurdan çıkıp temizlenmenin yoluna bakmak, ayakkabıya üzülerek çamurun içine oturup ağlamaktan daha iyidir sadece. Üstün başın kirlenmiş, moralin bozulmuş olsa da ayaklarına bakıp çamuru bir de hafızana kazımak yerine ileriye bakıp devam etmek gerekir. Üst baş da temizlenir, moraller de tazelenir. Çamur da kurur kalmaz güneş açınca. Giden ayakkabı olur belki sadece, ona da ihtiyacımız var mı sence?

7 Mart 2010 Pazar

Karşılaşma

İşten çıkmışım, şirketin oradaki üst geçitteyim. Ben merdivenlerden iniyorum, o ufaklıksa çıkıyor. Muhtemelen benim gibi o da evinin yolunda. Öyle bir çıkışı var ki merdivenlerden sanki peşinden kovalayan var. Ben ise yedi sekiz saniye önce öte taraftan çıktığım için ağır aksak iniyorum aynı yerden. Ortasında buluşup yan yana geldiğimizde okuyabiliyorum yüzündeki manasız heyecanı. Okulda mı olmayı seviyordur, evine dönmeyi mi diye düşünüyorum kendi kendime. Nedir onu böyle hızlıca eve varmak için güdüleyen? Merdivenler bitiyor, aksi istikametlerde devam ediyoruz. O koşa koşa, ben anca adım adım.

21 Şubat 2010 Pazar

Aç Kollarını

Aç kollarını açabildiğin kadar ve kucakla ne varsa hayatında. İyisini, güzelini sarıp sarmala sok içine. Kötüsünü, çirkinini yok et gözünün önünden. Kalmasın hiç önünde engel, yüreğin kadar geniş olsun yolların. Sonra yeniden aç kollarını açabildiğin kadar ve yürü üstüne üstüne. Ellerinden tutanlar, koltuğunun altına girenler güç versin sana.

Aç kollarını açabildiğin kadar ve uzan her yere ki gidemediğin göremediğin kalmasın içinde. Her vardığın yerde başka bir yer uzak kalmış olacak. Hepi topu bir kucak dolusu bu dünya yani. Nereye gidersen git, sığdırabileceğin aynı.

14 Şubat 2010 Pazar

Günlük Sevgiler

Hayat bize verilmiş karşılıksız bir çektir, bugünun anlamı varsa o elindeki değil dalındaki çiçektir...










12 Şubat 2010 Cuma

Bırak Bu Kayakları

Bir iki hafta öncesine kadar İstanbul'a yağdığında kısa süreli keyif sonrasında eziyet yaşatan karın yakıştığı yerlerden biri de Kartalkaya'ymış. Fotoğraflardan görülen o. Bundan 12 sene evvel yine kendi isteğim dışında kendimi karın yakıştığı başka bir dağda bulmuştum. Arkadaşım vesilesiyle bir üniversite turuna yamanarak Uludağ'ın eteklerine serpilmiştik. İmece usülü edindiğim bir kaç parça kıyafet ile huzursuz bir şekilde çıkmıştım pist denen eğimli antreman sahasına. Ayaklarımda kayak takımı, ellerimde çubuklar düşe kalka debelendim karlar içinde. Yavaşlamak ve durmak için öğretilen kaz ayağını aklımıza kazıyarak vurduk kendimizi tepeye. Pist gibi kısa da değildi yol. Üstelik sağdan soldan hızlıca inen onlarca yarı usta kayakçının arasında kalmıştım. Kaz ayağının sökmediği yerde çömelerek durmaya niyetlensemde kızaktaymışçasına iniyordum bu sefer yokuşu. Son çare sağa sola atlayıp son veriyordum kontrolsüz inişime. Binbir güçlükle düzlüğe varırken bana hala "Kaz ayağı, kaz ayağı" diye taktik vermeye çalışan arkadaşlarıma "Bırak bu ayakları hatta al bırak bu kayakları" diyerek kendimi otele attıktan sonra tatil anlam kazanmıştı benim için. Geri kalan zamanımda açık büfenin nimetlerinden faydalanırken, içkinin kollarına bırakıp seyreylemiştim karın güzelliğini. Ara ara dışarı çıkıp kayanlara da uzaktan bakıp sadece gece sucuk&şarap keyfine ortak olmuştum onlarla. Böyle geçmişti benim için kar tatili ve son gecemde kızakla kayarak en azından sapasağlam ve stressiz bir şekilde inişin tadına varıp da dönmüştüm.

Bütün bu anılarımı tazeledikten sonra sekiz kişilik grubun tek kaymayanı olarak iki günlük tatile çıkıyorum bu gece yarısı. Bu sefer deneme amaçlı bile adımımı atmayacağım dışarı. Belki sadece veli konumunda hanıma göz kulak olmak için yiyebilirim bu sözümü.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Çokmuş

Kaç?! Hadi canım sende!?.. 'Vallahi' de...
Ne dersen de iki tane üç yan yana gelir ve dudaklarını büzüştürür işte böyle. Herkes için başka başka anlamlar taşırken senin taşıyamayacağın kadar ağır bir yük olur yapışır sırtına. Sırıta sırıta geçenler de olur yanından hiç bozma moralini. Yanaklarından makas almak için uzat onlara elini. Uzat ki enerjiyi yakala. Dökülen saçlarının arasında gezinmektense ellerin, ya da yaşları silmektense gözlerinden dökülen, dokunsun dokunabildiğin kadar gönüle. Ulaşmaksa amacın bu üç günlük hayattaki en büyük ödüle, okun okunabildiğin kadar yüzünden. Üzmeden kendini hiç başkaları yüzünden, ezmeden hiç kimseyi aşkları yüzünden. Sevmeyi bilerek yaşa ömrünü, sevgiyle doldur gömünü. Gülmekle geçsin çoğu zamanın, kalanı da gülümsetmekle. Karnını doyurduğu gibi mutlu da etsin seni bir tas çorba, yanındaki bir dilim kuru ekmekle. Yastığına başını koyduğun her gecenin sabahı aynı ses sana 'Günaydın' desin, gerisi inan mühim değil kardeşim.

26 Ocak 2010 Salı

Köprü

'Eskisi gibi değil artık...' Zaten olsaydı ona 'eski' demenin bir manası kalmazdı. Attığın her adımda bir önceki ayak izin eskimiş oluyor. Yürüdükçe dallar da yeşeriyor, yapraklar da dökülüyor. Çamurlu yollarda yürürken zorlaşan adım atışlar, çimenlikte koşarcasına hızlanıyor. Ayakta durmayı öğrendiğimiz andan beri de yürüyoruz bu hayatta. Durmaksızın, dinlenmeksizin, dinlemeksizin...

Bazen de köprüler çıkıyor yollarımıza, altından akan suya düşmemek için üzerlerinden geçiyoruz. Kimi büyük kimi ufak bu köprülerin. En sonuncuna da 'sırat' diyorlar. Ona gelene kadar bir sürü köprüden geçip dururken hep bir şeyler dökülüyor ellerimizden. Düşenler kalıyor, biz devam ediyoruz. Anılarımız, bilgilerimiz, yeteneklerimiz, hayallerimiz... Ya suya düşüyor, ya da kayboluyor her bir köprü geçişinde azar azar. Son köprüye çırılçıplak varıyoruz yolun sonunda. Ne elimizde ne de aklımızda bir şey kalmıyor. Bir tek yüreğimizde sarıp sarmaladıklarımız yerli yerinde duruyor.

Şimdi öyle bir köprü çıkmış ki karşıma iki kişi geçmenin imkanı yok. Sıra bana gelmiş ve elinden tuttuğum çocukluğumla birbirimize baka kalmışız köprünün başında. "Geç git" diyor bana gözleriyle, "yeter beni taşıdığın". Oysa ben hiç onsuz kalmamışım, nasıl bırakıp gidebilirim ki. Başımı kaldırıp karşı tarafa bakıyorum, bir el uzanmış beni bekliyor. Sisli havada kimliği belirsiz bu elin sahibinin. Yolun devamı da belirsiz. Geçmek zorunda olduğum köprüye adımımı atar atmaz sallanmaya başlıyor. Belli ki yıkılacak ben geçer geçmez. Köprünün ortasına ilerlerken geriye doğru uzanan kolumun ucunda duruyor hala çocukluğum. Başımı çeviriyorum ama beni bekleyen el kımıldamıyor yerinden. Gayret ediyorum ama yetişemiyorum. Bir elimin parmaklarının ucunda çocukluğum, diğerinde dokunamadığım o el. Derken bir şarkı söylemeye başlıyor çocukluğum. Yaşlanıyorum...

17 Ocak 2010 Pazar

Askerliğim

Düşünüp duruyorum ne işim var burada
Yüzümü güldürecek kimse yok civarda
Her akşam güneş batımında ruhum darda
Ne meraklanıp da sor halimi
Ne de uzanıp tutuver elimi

Yorulur, bir ağaç dibine çömelirim
Hayallerimde hep sana yönelirim
Yaslı gittim, şen dönebilirim
Yeter ki sen ol dönüş yolumun ucunda
Bir demet taze çiçek olsun avucunda

Sanki dört bir yanım örülü duvar
Ve her duvarda senin resimlerin var
Sigaramın dumanı uykumu kovar
Gözlerim kapanmaz yorgun düşsem bile
Karanlık da sessizlik de nafile

Bir kaşık çorba açlığımı dindirir
Beni o güzel sözlerin sevindirir
Özlemim okyanuslardan da derindir
Gecelerimin hepsi birer uçurum
Döneceğim o günü bekler dururum

Mayıs 2004 - İskenderun

14 Ocak 2010 Perşembe

Boşluk

Eğer içindeysen eninde sonunda çıkarsın... Ama içindeyse işin zor ...




(Richard Bach'ın 'Martı' adlı kitabından)

6 Ocak 2010 Çarşamba

Ekran Başındakiler

Hangi maçtı unuttum. Statta seyirci sayısı beş altı bin kadar. Kapalı tribün altlı üstlü "siyah-beyaz" çektikten sonra, yeni açığı ayağa kaldırıp onlarla da "siyah-beyaz" diye bağırıyor karşılıklı. Sonra numaralı ve eski açık da cevap veriyor sıraları geldiğinde ve son olarak bütün stat eşlik ediyor. Dönüyorlar meşhur Beleştepe'ye. "Beleştepe, Beleştepe" diye bağırılnca sahasının yarısını gören yerde maçı izleyenler el sallıyor ve kapalıdan her "siyah" diye haykırıldığında "beyaz" diyor oradakiler de. Kapalı tribün mesajı sona saklamış. Herkes stadı tavaf edercesine tezahüratta bulunduk bitti diye düşünürken "Ayağa ayağa bütün kahve ayağa" sesleri yükseliyor. Peşinden "Oooooooooo... SİYAAHHH!!!"... tabi ki karşılık yok... Son sözleriyle de ekran başındakilere sitemler yollanıyor; "Gelmeyenler utansın"...

1990'ların başı... " Magic Box Inter Star mı ne var ya o verecekmiş maçı" dedi arkadaşım. O zamanlar uydu anteni olanların izleyebildiği Türkiye'nin ilk özel kanalıydı bahsedilen ve bizim evdeki kibrit çöpü ile ayarlama yapılan Beko Hitachi marka televizyon göstermiyordu malesef. Babam dayanamadı ve elimden tutup Acıbadem'deki Hukukçular Sitesi'nin Lokaline götürdü. Orada arka sıralarda kendimize yer bulmuş ve Beşiktaş'ın maçını izlemeye başlamıştık. Peşi sıra gelen iki golle devreyi 2-0 önde kapatmış, 3-2 kaybettiğimiz ilk maçın rövanşında turu cebimize koymuştuk. O onbeş dakikalık arada biz yemek yemeye giderken tura çıkan bir iki araba bile olmuştu. Geri döndüğümüzde her şey değişti ve peşi sıra golleri yiyen bizimkiler oldu bu sefer. 2-2'ye gelen maç dönmedi ve cebimize koyduğumuzu sandığımız turu kapıp kaçtılar İstanbul'dan. Ben ağlamamak için kendimi zor tutarken hemen arkasından yayınlanan Trabzon maçını da başlamıştı. 1-0 kazandığı maçın rövanşında Barcelona'yla deplasmanda oynuyordu Trabzon ve maçın ilk dakikalarında yine 1-0 öne geçmişti. Babam Trabzonsporluydu ve sevinçten havalara uçuyordu. Onun sevinci de uzun sürmedi ve gecenin sonunda ikimiz de çanaklara baka baka eve dönmüştük.Bir müddet sonra karıncalı da olsa çekmeye başladı bizde de Star, maçları yayınlamaya başladıkları ilk yıllarda gündüz oynanıyordu ve heyecanla ekran başına geçiyordum ben de. Bir dönem seyirciyi stada çekmek için banttan yayın kararı alındı. Gidemediğim maçları merak edip radyodan takip etmek ile hiç sonucu öğrenmeden hemen maçın bitiminde televizyondan izlemek arasında kalıyordum. Bir kaç yıl sonra da Cine5 girdi hayatımıza. Belki de en güzel dönem oydu ekran başındakiler açısından. Üç büyüklerin iç saha maçları şifreli kanaldan, deplasman maçları diğer açık kanallardan yayınlanıyordu. ATV, KanalD vs değişik takımlarla anlaşmış onların kendi sahalarındaki büyük takımlarla olan maçlarını veriyordu. 12:00'de başlayan maçlar unutulabilir mi? Kahvaltı eşliğinde Karabükspor-Beşiktaş maçı ya da ilk üniversite sınavımın son dakikalarından koşarak çıktığımda bindiğim takside şans eseri tv olması ve ekrandaki Kayseri-Beşiktaş maçı...Hasta Fener'li amcamın yıllarca çalıştığı İsviçre'den dönüp de tribünlerin eskisi gibi olmadığını anlayarak ekran başına gömülmesiyle bizim de onun evinde yancılığımız başlamış oldu. Danışman olarak ben, önce antenle iyi göstermediği için kablolu tv aboneliğine, sonra da ekran boyu küçük geldiğinden 82 ekran bir televizyon almasına vesile oldum. O da sırasıyla Cine5, Teleon ve Digiturk'ün ilk 100 üyesinden biri oldu herhalde. Şimdi 14 Ocak 2010 günü ihale yapılacak ve amcamla beraber milyonların yeni adresi belli olacak.

5 Ocak 2010 Salı

Dön Dolaş Gel Başa

Ne zaman başlar, ne zaman biter bu hayat bizim için? Aslında hayat değildir biten, bizim süremizdir bu hayattaki. "Hayatım sona erdi" sözü sahnedeki rolümüzün sona erdiğinin bildirimidir. Peki bu rol nedir... Yarış değilse bu yaşam; bir kazananı, bir kaybedeni yoksa eğer neden ve neyin peşinden koşuyoruz durmadan. Nerede başladığını bilmediğimiz bir hikayenin sonunu nereye bağlamaya çalışıyoruz? Çok gezen mi yoksa çok okuyan mı bilir çatışmasında ikisinin de aslında çoklaştıkça karmaşıklaştığı ve bildiklerinden bile şaşırttığını düşünüyorum. Öğrenmenin ne yaşı ne de sonu yoksa eğer gezmek görmek kadar okumak da gerekir eş zamanlı. Bir de öğrendiklerini hayata uygulamak.

Yarış olmasa da bu hayat bir şeyler kazanmak için gayret ediyoruz hep. Bir sınav sonucu okula, bir mülakat sonucu işe giriyoruz. Para kazanıyoruz ve bir şeyler olmaya hak kazanıyoruz zamanla. Evlenebilmek için kalbimizi çalan kişinin kalbini kazanıyoruz ki bu hayatta kazanılması en zor olanlarından biri bu bence. Pekiyi bütün bunların sonucunda başarılı bir yaşam için yapılması gerekli olan nedir? En iyi okulu kazanmak, en iyi işe girmek ve çok para kazanmak mı? Yoksa en güzel kızın kalbini kazanıp evlenmek mi? Hepsini bir arada yapabilen çok az şanslı insan vardır herhalde. Ya da şansını kendi yaratan.

Hasbelkader gözlerimizi açtığımız bu dünyada yürümeyi ve konuşmayı öğrendikten sonra mücadele başlıyor bizim için. Okul çağında uzun bir maraton, sınıfları atlamayı hedefleyerek geçiyor. Her bir sınıf bir öncekinden zorlaşıyor. İlk, orta, lise derken, bir çoğunun 'hayatımın sınavı' diye düşündüğü, üniversite sınavları ile yön çiziyoruz hayatımıza. O bitiyor, erkeklerin her işini engelleyen askerlik alıyor sırayı. Öncesi veya sonrasındaki master ve yüksek lisans girişimlerini saymıyorum bile. Bütün aşamalar tamamlandıktan sonra 'hayat mücadelesi' ya da bir başka deyişle 'ekmek kavgası'nın içinde buluyoruz kendimizi.

Bütün bu aşamalar geçilirken geride kalan eksik kalıyor hayatta. Bir adım öne geçenler başarılı, tökezleyenler başarısız olarak addediliyor. Er ya da geç her şey eşitlendikten sonra ise hayatı paylaşacak kişinin eksikliği sizin eksikliğiniz oluveriyor bir anda. İş gittikçe zorlaşıyor. Varsa önceden beri biri, yolu yordamı ile birleştiriyorsunuz yollarınızı ama yine her şey bitmiyor. Bir iki sene geçtikten sonra bu birlikteliğin ürünü beklenmeye başlanıyor. Oldu, olmadı, olsun, olmasın derken hayattaki en büyük mutluluklardan biri olduğuna inandığım duyguyu tadarak yeni bir yaşam sunuyorsunuz bu hayata...

İşte o noktadan sonra her şey başa dönüyor. Yürümesi, konuşması, okulları, işi, gücü derken hayatınızın onun hayatı doğrultusunda geçtiğini fark ediyorsunuz. Eğer ki yaşantınız bu olası süreklilikte seyrederse, bu döngünün içinde olduğunuzu fark ederek "şu iş bir hallolsun ondan sonra..." diye bir cümle kurumuyorsunuz hayatta. Ne bir sınavı kazanmakla, ne bir işe girmekle, ne de evlenmekle bitiyor hayatın tasası da neşesi de. Güzelliği oradan geliyor yaşamanın.

Başarılı bir hayat sürmek içinde bütün bu çarkın sıralı dönmesine gerek de yok. Yumruğun havada olduğu müddetçe ayakta kalırsın. O yumruğu oluşturan beş parmak; sağlığın, ailen, dostun, arkadaşların ve aşkın yerinde ve sağlamsa eğer. O zaman mutlu olursun ve neyi kazanıp neyi kaybettiğinin önemi kalmaz. Avuç içi kadar mutluluk yeter de artar bu hayatta.