26 Ekim 2009 Pazartesi

Yaşanmış Yıllar

Yaşanmış yıllar birikmiş,
Saymaya kalkmadığım.
Kimi dökülmüş ceplerimden,
Kimi taşmış yüreğimden.
---------------------------
Yazılmış sözler birikmiş,
Okumaya doymadığım.
Kimi sökülmüş yüreğimden,
Kimi taşmış kalemimden.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Ankara & Açılım

Ay başında bir düğün için gittiğim Ankara'dan geldiğimden beri hafiften bir öksürük yakamı bırakmıyordu. Aradan iki hafta geçtikten sonra, bu sefer iş için, tekrar Ankara'ya gitmek zorunda kaldım. Lise yıllarından itibaren bir türlü içimin ısınmadığı Ankara'ya ne zaman adımımı atsam başıma hep ilginç olaylar geliyor. Hani "hasta ediyor beni" derler ya, aynen öyle . Zaten son iki gidişimde de gerçekten hasta olup döndüm. Bir haftadır burun deliklerim tıkalı, ne nefes alabiliyorum, ne uyuyabiliyorum, ne de konuşabiliyorum. Telefon açan müşterilerin çoğu sesimi alamayıp "Yavuz Bey'le görüşecektik" diyorlar. Pazartesi doktor randevüsünden sonra yarım gün istirahat edip işe devam ettim mecburiyetten. Bu hafta sonu dinlenip burun deliklerini ve sesimi açmayı ümit ediyorum. Sonra yine sahnelerdeyim.

Ankara'nın beni hasta edişi öksürük, hapşırıktan ziyade çok daha karışık mevzulardan ileri geliyor. Her ne kadar ayaz havasına alışsam da insanlarına ve o şehirde yaşadıklarıma bir türlü alışamadım bu yaşıma kadar. Son gidişimde metroyu kullanmak üzere bilet almak için sırada beklerken elimde bozuklukları hazırladım. Cebimden çıkan üç adet madeni 1 TL'yi uzatarak görevliden bilet istediğimde aldığım cevap tam da 'dakka bir gol bir' hesabı olmuştu. Biletin tamı tamına üç lira otuz sekiz kuruş olduğunu öğrendikten sonra sıradan çıkıp bir müddet kendi kendime güldüm sinirden. Ülkemin başka neresinde böyle bir fiyat olabilirdi ki? Tekrar sıraya girip biletimi ve bir lira altmış iki kuruş olarak para üzerini alıp metroya bindim. Ostim Sanayi Sitesi'nde inince Ankara'da yaşamaktan en çok çekindiğim şeyle başbaşa kalmıştım. Gideceğim müşterilerin adresleri epey bir karışık olduğundan yadım almam gerekiyordu ve ben Ankara'da pek kolay adres tarifi alamıyordum. Sorduğum her kişiden adığım cevap beni gitmek istediğim yerden önce dumurlar diyarına götürüp getiriyordu. Cesaretimi toplayıp bir büfeciye elimdeki adres yazılı kağıdı gösterdim ve kabataslak tarifi aldım. Hiç de koktuğum gibi olmamıştı ki eliyle gösterdiği yönde ilerlerken yeri kaçırmamak adına bir kişiye daha sorma gafletinde bulundum. "Kardeş şu kağıtta yazan yere bakar mısın, buralarda bir yerdeymiş, nerede?", "İki sokak arkada, sağda", "Teşekkür ederim", "Selam söyle"...?!?... Selam mı söyle?.. Kime? Neden? Nasıl? Cevaplarını bulamadan yoluma devam ettim. Aslında bu en azından tarifi aldıktan sonra şaşırtan cinsten biriydi. Önceki gelişlerimde elimde çantalarla, gitmek istediğim yere hangi otobüsün nereden kalktığın sorduğumda bana "Şu taraftan yürüyerek git yirmi dakika sürmez" diyen, arabayla bulamadığımız Bilkent Oteli'nin yerini sorduğumuzda "Bilkent'te" cevabını verenler de olmuştu.

Adres tariflerinin başlı başına bir hikaye olduğu şehirde çok da dolanmadan sadece müşteri ziyaretleri ve dernek yemeğinden sonra kendimi önce uçağa, sonra da evime zor attım. Sakin geçen bir hafanın sonunda eğer evde dinlenebilirsem şu hastalığı da başımdan atmış olacağım inşallah. Yoksa nefes almak, uyumak, konuşmak ve yemek yemenin ızdıraba dönüştüğü günlerde hayattan aldığım zevk de minimuma inmiş durumda.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Otuz Dakika

Dün gittiğim bir alışveriş merkezinde gördüm. Adidas mağazasının vitrininde koşan bir kadın fotoğrafı ve hemen altında yazan şöyle bir şey; "Bugün her şey rağmen kendime 30 dakika ayıracağım". Hayat mücadelesinde spora vakit ayıramayanlara yönelik bir çağrı ile kadının ayağındaki spor ayakkabısının reklamı amaçlanmış. Ayakkabıya bakmadım bile. Sadece söze takıldım kaldım, sorguladım kendimi. Acaba ben kendime ne kadar ayırıyorum? Bahsedilen 30 dakika yeterli mi? Sadece otuz dakikaya neler sığdırılabilir?

Evvelsi sene karı-koca beraber, evimizin hemen karşısındaki spor salonuna yazılmıştık. İşten geliş saatlerimiz birbirine yakın olduğu için evde buluşur buluşmaz spor çantalarımızı kapıp, salona atıyorduk kendimizi. Bir, bir buçuk saat civarında tepindikten sonra eve dönüp hafif bir şeyler atıştırıyorduk. Tabi bunu haftanın üç, dört gününe yaymak istesek de yaklaşık altı ay süresince, haftada ortalama iki günde kalabildik. Bu bile iyi sayılır. Eğer ki işten eve gelindiğinde soyunup, dökünüp iki kap yemek yenirse zaten o bedeni çekyatın üzerinden hiç bir kuvvet kaldıramıyor. Bütün gün kazan olan insanın kafası da televizyondaki dizilerden ya da facebook'daki kısa videolardan başkasını kaldıramıyor. Sene başında başladığımızspor salonu üyeliğini yaz başında sonlandırıp, fırsat buldukça akşam yürüyüşlerine başladık daha sonra. Zaten salona gidiş amacımız da vücut geliştirmek değil, zinde kalmaktı ve orada geçen vaktin hatırı sayılır bir kısmını yürüyüş bandı alıyordu. Oldum olası da sevememişimdir yürüyüş bantlarını. İstanbul'da yürüyüş yapacak yerler kısıtlı olsa da mahallemde iki tur atmayı yeğlerim.

Bu sene başında salon yerine sokakları mesken edinerek yürüyüş yapmaya gayret ettik ama bunda da pek başarılı olamadık. Sanırım 'para verdik, karşılığını almamız lazım' diyerek en azında haftada iki gün salona giden biz, bazen haftalarca adım atamadık altımıza şortları çekip de. Günün yorgunluğu, televizyondaki bir şeye takılış, eve geç geliş, ertesi güne hazırlık yapılması gerekliliği vs. vs. Çeşitli sebepler ve kendi kendimizi kabullendirdiğimiz bahanelerle eve girip kapattığımız kapıyı açamadık bir daha. Tek tesellim bir buçuk, iki senelik aradan sonra tekrar haftada bir halı saha maçlarına başlayabilmek. En azından haftada bir düzenli olarak top oynamanın dayanılmaz keyfini yaşıyor ve spor yapmış oluyorum. Bu dönem içerisinde işe yürüyerek gidiş gelişlerimi de katarsak, bayağı sportmen biri bile sayılabilrdim. Bütün gün masa başında oturup, işe araba veya servisle giden, eve geldiğinde yemek masasından ekran başına geçiş yapanlarla kıyaslarsak ben gayet zindeyim. Ne var ki bu otuz dakika meselesi kandırmaca. Otuz dakika yürümek için en az beş dakika hazırlanmak lazım, sonrasında duş alıp tekrar giyinmek minimum bir on beş dakika sürer, etti elli dakika.

-Devam edecek-

6 Ekim 2009 Salı

Eskişehir

Ne suyu ne de havası
Cenabet bir yer burası
Hayatımız oldu zehir
Sıktın bizi Eskişehir

Gönlümüz olmuş hovarda
Yapacak bir b.k yok burda
Hepimize daral gelir
Sıktın bizi Eskişehir

Hayal Kahvesi, Buda Bar
Her gece gitsen ne yazar
Sonunda o da bezdirir
Sıktın bizi Eskişehir

Okul dört senede bitmez
Böyle gelmiş, böyle gitmez
Bitirip de gitmek gerekir
Sıktın bizi Eskişehir

Babam diplomayı sorar
Anam evde ağıt yakar
Sevgilim terkedebilir
Sıktın bizi Eskişehir


Sene 2003

5 Ekim 2009 Pazartesi

Kına

Hayatımda hiç tanık olmadığım bir olaya başrol oyuncusu olarak iştirak etmek durumunda kalmıştım kendi kına gecemde. Alternatif düğün gibi bir şeydi benim için, bir nevi düğün öncesi hazırlık maçı gibi. Acemilik olunca sorduk soruşturduk, sağ olsun kayınvalide senaryonun büyük kısmında etken oldu. Kostüm, dekor, müzik hepsi hazırlandı. Bu gibi eğlenceler açık havada, özellikle köylerde daha bir hakkıyla düzenleniyor aslında ama bizimkinin de ondan eksik yanının kalmayacağı belliydi. Düğün Cumartesi olunca, kına gecesi iki gün öncesinde, Perşembe gününe ayarladı. Ne güzel halı sahada top oynayacaktık o akşam ama kendi kınamda sahnede olmak uğruna sahalara bir haftalık ara vermem icap ediyordu. Çocuklara "Kınam var o gece gelemeyeceğim derken", şimdiye kadar sadece isyan modundayken kullandığımız kelimeyi sahiplenince esprilere maruz kaldık tabiatıyla.

İşten çıkıp kayınvalidelere gittiğimde organizasyon her şeyiyle hazırdı. Ben sadece sahnedeki sıramı bekleyecek ve o dakika yerimi aldıktan sonra olayların gidişatına ayak uyduracaktım. Karşı komşu senelerin eskitemediklerinden olunca kapılar açılmış evler birleştirilmişti, bir tarafta erkekler sohbete koyulmuştu, ötekisinde oyunlar oynanıyordu. Trafik mutfakta da bir hayli sıkışıktı ve el birliğiyle kına hazırlanıyordu. Ben ise elimdeki bir kadeh şarabı yudumlayarak Cumartesi gününde çalınabilecek giriş, ilk dans ve pasta müziklerini belirlemeye çalışıyordum kafamdan. Yan tarafta çalan müzikler oldukça farklı telden çalsa da kalbimin ritmi hepsine ortaktı.

Sıram geldiğinde kalabalığı yararak, ortada bana ayrılan sandalyeye oturdum. Yanı başımda duran ve bindallı denen kıyafetin üzerinde örtülen eşarptan yüzü görünmeyen kişinin başka biri olma olasılığını ortadan kaldırmak amacıyla "sen misin?" diye sordum. Daha cevabı alamadan türküler eşliğinde kına geldi ve tören başladı. Geri dönüşü olmayan bir yolda, başrol değil de daha çok yardımcı erkek oyuncu havasında olduğumu fark ettim. Herkes gelin olacağa odaklanmışken yüzü gözü açıkta olan benim pek bir havam yoktu. Öyle ya kıyafetler ona özeldi, bense işte giydiğim takım elbisem ve sabah kesmeme rağmen hafif uzamış sakalımla oturuyordum sadece. Annemi görebildim arkamı döndüğümde, o da bana gülümseyerek göz kırptı ve sanki her şeyin kontrol altında olduğunu ima etti. Kayınvalidem de tam arkamızda duruyordu. Anneleri arkamıza aldığımıza göre sakata gelmeyiz diye geçirdim içimden. Sonra bizim valide sultan, hanımın (o ara nişanlıyız tabi) eli açılmadığı için (sakatlık yok dedim ya, usulen açılmıyor, altın koyulacakmış) avucuna bir şey bıraktı. Bir kaç tur etrafımızda dönülmesi bu seramoninin öncesinde miydi sonrasında mıydı şimdi unuttum ama nihayetinde önce onun eline, sonra da tüm ısrarlarıma rağmen, bir ara kulağıma da sürülme tehdidinden sonra, az bir miktar da benim elime kınalar yakıldı. Bilindik yüksek tepelere evler kurulurken gözler hanımın üzerindeydi, ben ise gözümde patlayan flaşlardan ötürü pek bir şey göremez haldeydim. "Annesi ağlıyor..." diye bir fısıltı duydum ki, yanı başımda dünden hazır olan yaşlar dökülmeye başladı bizimkinden. Halbuki ne güzel oynuyordunuz az önce, niye ağlattınız karım olacak kadını? Onun gözyaşlarını silmek için olay mahalini terki sırasında ben de fırsattan istifade kuru pastaların arasından bulduğum bir peçete ile elimi silerek delil bırakmadan tekrar erkeklerin arasına geçtim...

Kendi kınam böyle geçtikten sonra yine düğünü için geldiğimiz Ankara'da, hamından ötürü kuzenin kına gecesinde bulunmak icap etti hafta sonu. Yine bir evde bizimkine benzer düzende seyreden gelişmelere uzaktan eşlik ederken, bir odada viskiye enerji içeceği katıp demlenmeyi tercih eden gençlerle geçirdik geceyi. Arada odaya gelen teyzeler de ne içtiklerini bilmeden şişeye ortak olunca depoladıkları enerji sayesinde halayı bitiremediler geç saatlere kadar. Orta yaş ve üzerinin sahip çıktığı bu geceye elinde kadehlerle teşrif eden, otuzlarında seyreden bizler ve otuza merdiven dayamış kuzenler sadece birer konuk olduk. Acaba merdivenin boyu uzadığında kendi çocuklarımız için bizler bu tip eğlenceler düzenleyecek enerjiyi bulabilecek miyiz merak ediyorum.

2 Ekim 2009 Cuma

Zamansız


Zaman mı geçiyor, ömür mü biçiyor,
Gün mü doğuyor, hayat mı boğuyor,
Yarın mı oluyor, zaman mı doluyor...