31 Temmuz 2009 Cuma

That's the day, I like it!

Cuma, hafta sonunun ön sevişmesidir..



Güneş vururken cama ,
Dalarken bir programa,
Özledik seni Cuma,
Usulca geç git yeter..

28 Temmuz 2009 Salı

Sigara Yasağı

Yana döne maçı izleyebileceğim bir yer arıyorum yabancısı olduğum şehirde. Maç başladı başlayacak, bense yemek yiyeceğim diye geç kalmışım. Hakem de beklemez ya bizi ilk düdüğü çalmak için. Neyse ki sora sora bir kahvehane buluyorum şifreli kanal yayını olanından. Sayıca az taraftarı olan bir takım tuttuğuma seviniyorum buz kez. Yer bulmak biraz daha kolaylaşıyor böylece. Yine de bulduğum yerde uzaklara düşüyorum. Allahtan ekran kocaman, ses desen son ayarında. Sanki davulu statta değil kulağımın dibinde çalıyorlar. Ambians olarak tribün havası yaratılmak istenmiş ama yanyana dizilen sandalyelerde dizler bitişik otururken daha çok kız isteme evinde gibiyiz. Herkesin bir elinde çay, diğerinde sigara izlemeye başlıyoruz maçı. Maç izleme fiyatına çay da dahilmiş, reddedemiyoruz. Tabağındaki şekerleri garsonun şaşkın ve biraz da çay dağıtımındaki seriliği bozmuş olmamın 'tövbe estağfurullah'ı ile karışık bakışları arasında iade edebiliyoruz anca. Dakika bir gol bir patlatıyor biri arkadan "Senin ben...". Herhalde kahvede kavga çıktı diye arkamı dönmeye çalışıyorum ama namümkün. Yanaşık düzende sıralanmış sandalyelerde ne vücudu ne de kafayı geriye çevirebilmenin imkanı yok. Zaten benden başka kimsenin oralı olmadığı gibi, küfürü edeni onaylayan cümlelerle olayın iç yüzünü anlamış bulunuyorum. Meğer stattaki tiplemelerden kahvehanelerde de oluyormuş. Çay alış verişi esnasında göremediğim pozisyonda her ne olmuşsa bizim topçulardan biri okkalı bir küfür yedi. Bir an için her işte böyle olsa ne olurdu diye düşünüyorum. Mesela deminki çaycı, çayları dağıtmadan önce birinin şekerini tabağa koyarken yere düşürdüğü anda biri yerinden kalkıp "Lan o şeker öyle mi konur!?" dese, tam dağıtmaya başlarken bir diğeri "Sağa ver, önce sağa ver, hey Allahım" diye tepki gösterse.. Aklımdan bunları geçirirken kaçan bir gol pozisyonu ile golü kaçıran futbolcunun da birincil akrabaları zan altında bırakılıyor ağızdan çıkan kötü sözlerle. Stattan daha gergin bir ortamda izlediğim maçın ilk yarısını bitirene kadar çiş molası bile veremeyeceğim bir oturma düzeninde golü bekliyorum. Belki o sevinç nidalarıyla dağılması muhtemel sandalyelerin arasından ben de sıvışırım diye planlayarak. Bütün bu hayallerim yenen golle suya düşüyor. Ardından da benim gözlerimden yaşlar düşmeye başlıyor bir bir. İki sıra önümde birbiriyle konuşan iki adam bana bakıyorlar çaktırmamaya çalışarak. Ben ise göz yaşından sulanmış gözlerimi kısarak devreyi bitirmeye çalışıyorum. Boşaltım için gözlerimden çok başka yerlerimi kullanmam lazım ki içimdeki sıvıyı atayım. Gözlerimdeki yaş yenen golden değil elbet, sadece sigara dumanından. Yoksa daha ligin ilk haftasında kalemizde gördüğümüz bir gol sonrası ağlayacak değilim.

Üniversite birinci sınıftayken maçı izlemek zorunda kaldığım yeri hatırlarım hep sigara dumanı altında kaldığım mekanlarda. Her ne kadar o günden sonra maçları izlemek için kısmen daha havadar mekanları keşfettiysem de zaman zaman o güne benzer durumlarda kaldım. Çok sevdiğim canlı müzik yapan yerlerde sigara dumanı yüzünden daha erken ayrıldım. Temmuz ayı itibariyle gelen kapalı yerlerde sigara yasağı ile müziğin keyfi daha çok çıkacak artık ve yenilsekte yensekte gözyaşı dökmeden maç izleyebilecek benim gibiler. No smoking, no cry yani...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Pazartesi

Pazartesileri sevmez hiç kimse. Hiç kimse derken buna bir müddet öncesine kadar ben de dahildim. Ama artık seviyorum. Salıdan, hatta maç yoksa Çarşamba'dan daha çok belki de. Hiç bir şeyin ilki unutulmaz ve yeri hep ayrıdır, ayrı bir sevilir aslında. Yılın ilk günü manasız sevinç çığlıkları ile karşılanır ama iş haftanın ilk gününe gelince tüm yüzler asılır. Neden ki? Can atılan hafta sonuna yaklaştıran ilk gündür o. Her ne kadar adı Pazar'ın ertesinden gelse de... Beklenenene kavuşmak için atılan ilk adım. Hayatımızdaki her gün kadar değerli, bir o kadar yaşanılası. Kimbilir belki de geçmiş ya da gelecek hayatımızın en güzel anlarını yaşayacağımız, hiç bir zaman unutamayacağımız bir gün Pazartesi olacak. Biz hep bir an önce geçiştirmeye çalışmamıza rağmen o hep bir ümitle karşımıza çıkıp kendini sevdirmeyi başardı bana...

Çocukluktan, daha doğrusu öğrencilik yıllarından beri bu Pazartesi sendromu vardı etrafımda. Lisemi çok sevdiğimden belki de ben de pek olmazdı aslında. O zamanlar ne internet var, ne cep telefonu. Haberleşmek için okulda toplanmamız lazım illa ki. Üstüne üstlük eğlencenin kendi de okulda. Bu sebeplerden ötürü okula gitmek keyifli, can atılası bir durum. Haliyle Pazartesi de. Tek kötü yanı çalar saat ile uyanmak zorunda kalış ve uykunun en tatlı yerinde gözleri açma mecburiyeti. Üniversite yıllarında da bu pek değişmedi. Sonrasında gelen askerlikte de günlerin hepsi birdi zaten. İşin ilginç yanı bir Pazartesi sabahı teslim olup, bir Cuma sabahında elimde tezkere ile terkedişimdi birliği.

Ne zaman işe başladım, o zaman bu Pazartesi sendromu denen illet ile tanıştım. Hafta sonlarının kıymeti iki kat artarken süresi de bir o kadar azalmıştı sanki. Cuma akşamları sevinç ile kapatılan defterler, ne olduğunun anlamadan geçen haftasonu sonrasında Pazartesi sabahları hüzünle açılır oldu. İsmi Pazartesi sendromu ama başlangıcı Pazar güneşi batmasına dayanıyor. Hatta bazı Pazarlar kahvaltıdan sonra bile merhaba diyebiliyor size. Pazar oynanan çoğu maçın son on dakikasında skordan bağımsız bir üzüntü kaplar içimi. Bir de yorulmuşsam hele değmeyin hüznüme.Pazar günü boyunca uykunun, kahvaltının, gezip tozmanın ve/veya miskinliğin tadına varılırken hemen ertesi günün sabahındaki uyarı tonu ile bütün bunlara veda edilecek olması ve bir hafta süreyle otomatik bir şekilde yaşanılacağının idrak edilmesi bu sendromun sebeplerinden.

Çalışmaya başladığım ilk yıllarda fazlasıyla bu hissiyatlar içinde bir sabah servisi beklerken kurtuldum bu sendromdan. Baktım hayatım boyunca o beni terketmeyecek ve ben yaşadıkça hep karşıma çıkacak ben de kucak açtım. Dedim 'hangi gün olursan ol gel'...

26 Temmuz 2009 Pazar

Açık Büfe Kahvaltı

Pazar günlerinin en güzel yanı kuşkusuz kahvaltıdır benim için. Bütün bir hafta, tost, ya da küçük kaplara koyduğum peynir, zeytin, domates kombinasyonları ile geçtiğinden ve bunları ofiste, masa başında günlük gazetelere göz gezdirirken kısa süre içerisinde tüketmek durumunda olunduğundan hep bir özlem vardır Pazar kahvaltılarına karşı. Kahvaltı da günün en önemli öğünüdür ya hani, doyasıya ve uzunca bir süre kalınır kahvaltı sofrasında. Yumurta rafadan olmalı, suyu kaynadıktan sonra yüz saniye kadar daha kısık ateşte durması yeterli. Ekmekler taze, hafta boyunca şekersiz içilen çaylar kahvaltıyı daha da keyiflendirmek için yarım şekerli ve mutlaka son keyif çayı içilirken okunacak bir gazete. İyi bir Pazar kahvaltısı akşama kadar götürür. Tabi benim gibi erken kalkıp Pazar da olsa güne sekizde başlayıp kahvaltıyı en geç onda yapanlar için bu bazen zor olabilir. Geç kahvaltı da günü öldüreceğinden dolayı sabah uykusu gibi tercih edilmeyen bir durum benim için.

Bu Pazar da erken kalkışıma çok geçmeden eşlik eden eşimle birlikte valide hanımlara gittik Pazar kahvaltısına. Annem ve ablamı sabah uykularından uyandırdıktan sonra
havanın güzel olmasından istifade ederek açık havada kahvaltı etmek amacıyla hep birlikte Polonezköy'e gittik. Havanın güzelliği de göreceli bir kavram bana kalırsa. 'Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca' demişse Karacaoğlan, ben de havaya güzel demem, sırtımdan ter damlayınca. Yine de bir çoklarına göre güzel olan bu sıcak havada kendimizi dışarı atarak bir nevi ferahlama peşinde olarak 11:00 gibi Polonezköy'e vardık. Çeşitli mekanlar içinden bahçeli ve açık büfe kahvaltı seçeneğine sahip bir mekanda karar kılındı. Fiyatı duyunca da bir anda benim hayalimde kendi cenaze namazım kılındı. 60 TL verince ya kalp krizi geçirerek ya da ölmez sağ kalırsam yemekten çatlayarak yeryüzündeki son kahvaltımı yaptıktan sonra hurma yemeğe cennete giderim diye düşündüm. Cehennem o an için hiç aklıma gelmedi açıkçası çünkü havanın sıcaklığı itibariyle zaten bizzat yaşıyorduk cehennemi.

İçerisi oldukça ferah çimenler üzerinde masalar bulunan bir mekandı. Biz de bir tanesine yerleştikten sonra sırayla tabaklarımızı doldurmak oradan da midelere transfer etmek üzere hareketlendik. Yazının başında özetlediğim Pazar kahvaltısının olmazsa olmazlarından yumurta rafadan haliyle yoktu... Başka aklınıza gelen, gelmeyen ne varsa karşımdaydı. Peynir hastalığımdan ötürü tabağın yarısını doldurduktan sonra sefer sayısını çoğaltmayı düşünerek peynirleri azaltıp diğer alternatiflerle süslemeye çalıştım tabağımı. Biber turşusu, kızartmalar, acılı ezme ve haydariyi gördükten sonra bir de küçük açarlar herhalde masaya diye düşündüm ama olmadı. Kekler, börekler ve hafta içinde bile yemediğim poğaçalardan uzak durarak mümkün mertebe her çeşitten azar azar almaya gayret ettimse de çeşit bolluğu ile tabağın çapı doğru orantılı olmayınca beceremedim. Sonra sefer sayısının sınırsızlığını hatırlayarak masaya döndüm. Annem, ablam ve eşim, üç bayan olarak benden daha mütevazi tabaklara sahiptiler. Yedikçe yedim ben de aldırış etmeden. Açık hava bir şey olmaz diyerek tabağı bir güzel bitirdikten sonra kısa bir ara verip ikinci seferde dumanı takip ettim. Saatin ilerlemesiyle birlikte mangal yakılmış, etler, tavuklar ve köfteler sıraya girmiş "beni de ye" diye. Tamam da kardeşim, minibüs değil ki bu, midemize oturacak yer kalmasa da ayakta bir yere sıkıştıralım sizi de. Huyum kurusun kıramadım onları da. Birer parça olaraktan ve yanlarına biber kızartmasını da ekleyerekten tabakta taşıdım masaya kadar.Sonrası malum. Neyse ki tatlıyla çok aram yok, onlara hiç bulaşmadan, meyvelere selam bile vermeden buradan çıkabilmek en büyük dileğim. Bir insan evladı Pazar kahvaltısında ne yiyebilir ki? Aslında ismin köküne indiğimizde hiç de öyle krallar gibi yenmesi gereken bir öğün değilmiş gibi duruyor hatta. Kahve altı gibi düşünürsek olsa olsa sigara altlığı gibi iki üç lokmadan ibaret olması gerekir belki de.

Şimdi bana 'yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat' diyecek olursanız, güzel bir Pazar gününde yaz yağmurunu da yedik (yine yediğimiz oldu ama), sohbetimizi de ettik ve ailemizle birlikte hoşça vakit geçirdik. Kahvaltı olayını biraz abartsak da ne demişler 'yiyen şişman, yemeyen pişman'.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Pencere

Gittikçe monotonlaşan hayatın girdabına kapılmadan yaşamak için hepimiz farklı şeylerin peşinde koşuyoruz vakit bulabildiğimizce. İş yerlerimiz ve evlerimiz arasında sıkışan hayatlarımız, sahip olduğumuz hayal gücümüzü sınırlı şekilde kullanmamıza neden oluyor. Yetiştirilmesi gereken işler, hedefler, telefonlar ve emailler arasında kaybolduğumuz işyerinden çıktığımızda da trafikte kaybediyoruz kendimizi. Bin bir güçlükle eve attığımız bedenimizi beslemeye ve dinlendirmeye gayret ederken aslında daha da yoruyoruz farkında olmadan. Boş boş bakılan televizyon dizileri ve internette izlenilen bir kaç dakikalık kısa filmler ile geçiştiriyoruz akşamlarımızı. Oysa en heyecanlı diziden daha enteresan olaylar hepimizin hayatının içinde var. O izleyip de güldüğümüz kısa videolar da bu hayata dair. Biz izleyici olarak ekran başında kalmayı tercih ettiğimiz sürece hayat da bize monoton gelmeye devam edecek. Ne zaman ki ekrandaki pencereleri kapatır, evdeki pencereleri açıp dışarı bakmaya başlarız, o zaman hayatın keyfini daha çok çıkartırız.

24 Temmuz 2009 Cuma

İşsiz Güçsüzken

Sonunda bu kitap da bitti işte. Ya şimdi ne okumalıyım? Hmm.. felsefe mi yoksa roman mı? Belki de hafif, yine mizah içerikli bir kitap daha iyi gelir şu anki ruh halime. Ne de olsa Gülse Birsel’in kitabı hiç de fena değildi. Gayet eğlenerek okumuştum. Psikolojimin deniz seviyesinin altında olduğunu kabul edersek kendimi daha da boğmamak için ağır kitapları geleceğe devretmenin isabetli bir karar olacağı kanısındayım. Kütüphanedeki Aziz Nesin’lerden biri ya da yeni bir kitap. Hani yeni bir hayat bekliyoruz ya, o açıdan okuyacağım kitap bile yeni olmalı sanki. Halbuki eskileri bitirmeden ne gereği var. Ben en iyisi bu sefer kütüphaneden okumadıklarımdan bir tane seçeyim. Kitap seçme ve okuma işini akşama bıraktıktan sonra biraz odamı toparlamaya başladım. Zamanımın çoğunu odamda geçirdiğim için dağılıyordu tabi. Kısa sürede düzelttim etrafı, camı açık bırakarak odayı havalandırmak amacıyla beş dakika kendi başına bıraktım ve salona doğru yürümeye başladım. Salon benim için sessizlik demekti. Odamda müzik, mutfakta çatal, bıçak sesleri vardı ama salon sessiz sedasız bir mekandı. Salonda hiç vakit geçirmek istemiyordum fakat odamı havalandırırken üşütmemek için bir süre oyalanmam gerekiyordu. Kanepeye oturdum, yan yan telefona bakarken arayabileceğim birilerini düşündüm. Aklıma gelenler ya işte, ya okulda ya da askerde nöbette olmalıydı. Çaresizce kumandaya uzandım ve televizyonu açtım. Hafta içi ve gündüz ne izlenebilirdi ki Allah aşkına? Zaten ev kadınlarının nasıl bütün bir günü evde geçirebildiklerini hala anlayabilmiş değilim. Kabloludaki ekranı on altıya bölen ve her karesinde bir tv kanalını gösterirken arkadan da TRT FM’i yayınlayan kanalı açtım. En azından müzik dinlemiş oluyordum. Tam dalıp gitmiştim ki muhabbet kuşunun “Cik” sesiyle irkildim. Hiçbir farkımız yoktu o küçücük kuşla. İkimiz de yiyip, içip, tekrar yiyebilmek için midemizde boş yer açıyorduk. Gün içinde yaptığımız tek farklı şey onun reelde benimse hayalde uçmamızdı. O havada iki tur atıp tekrar kafesine geri dönüyordu oysa ben kafatasımdan bir çıktım mı dönmek bilmiyordum. Oradan oraya gidip geliyordum. Bazen gidip dönüyor, çoğu zamansa karanlıkta kayboluyordum. Dakikalar ağır da olsa geçmişti ve ben tekrar oksijen dolu odama döndüm, pencereyi kapattım. Kitap okumayı akşama bıraktığım için içi resim dolu albümü aldım elime, yavaş yavaş karıştırmaya başladım. Yaş tahminime göre kronolojik bir sıraya sokmuştum tüm resimleri. Çocukluk, ilk, orta, lise yılları, dersaneler, Eskişehir ve sonrası. Sonrası adına pek fazla fotoğraf yoktu zaten. Resmedecek ne vardı ki hayatımda? Bazılarında ne kadar mutlu olduğum yüzüme, gülüşüme yansımıştı. İç geçirdim, tekrar dönmek istedim o fotoğraf karelerindeki ana ve bir müddet orada kalmak istedim. Mümkünatı yoktu. Keşke insan ara sıra bir fotoğraf seçip bir süre o ana geri dönebilse, ne güzel olurdu değil mi? Gerçi ben gözlerimi kapatarak o anlara gidiyorum bazen ama dönüş biletini cebinde hissedince yaşanmıyor doğru dürüst. Albümü yerine kaldırdım, tıraş bıçağımı ve sabunumu alarak banyoya gittim. Günlerdir uzayan sakalım şeklini kaybetmeye yüz tutmuştu. Kesmek için sebebim olmasa da bırakmaya da niyetim yoktu doğrusu. Yüzümü sabunladım ve özenle tıraş oldum. Günler sonra yanaklarımı görebilmek güzeldi..
(Aralık 2004)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Perşembe Çorbası

Bu blogu açalı haftalar oldu ama hala tek bir konu hakkında yazamamışım. Şu Perşembeyi geçirince bir şeyler karalamaya başlayacağım. Hayat bildiğin kadardır. Yaşadıkların ve hayallerinle zamanı yok edebilirsin. Ben de heveslenmeme rağmen gözümü karartıp öğrenemeyince bloga yazmaya başlayamadım bir türlü. İnşallah yarın, güzel gün Cuma, benim için bir başlangıç olacak. Buysa sadece bir deneme. Yemek öncesi az çorba..