30 Ağustos 2009 Pazar
Saç Sakal
25 Ağustos 2009 Salı
Cevabı Arama
Telefon ile konuşmayı oldum olası sevmemişimdir. Karşıdakinin sesini alma yeteneğim yok denecek kadar az maalesef. Üniversiteye kadar yaptığım telefon görüşmelerinin uzunları bazı maçların devre aralarında on beş dakika ile sınırlıdır. Üniversite için Eskişehir’e geldiğimde ailemle görüşmek için evin yakınındaki postaneye gidip ankesörlü telefonları kullanırdım. Hatta öğrendiğim numarası sayesinde kulübeyi aratıp rahatça konuşurdum. En sinir bozucu olanı da soğukta giyinip, kuşanıp telefon kulübesine gittikten sonra bizimkileri evde bulamayıp telesekreter ile baş başa kalmaktı. Bir keresinde telesekretere “Aradım, yoksunuz” tarzında bir şeyler söyledikten sonra özlediğim muhabbet kuşumuza seslenmek amaçlı “Kuuuşşş, kuuuuşşş, cici kuş, cici kuuuşşş..” diyerek öpücük atarken arkamdan geçenleri fark edip utanmıştım. Muhtemelen beni deli sanmışlardır. Nerden bilecekler kuşun benim her sesimi duyduğunda salonda dört döndüğünü, telefonun üzerine pikeler yaptığını.
Ev arkadaşım ile iletişimimiz ise kantindeki ortak arkadaşlardan rica edilen ‘görürsen söyler misin?’ler ve daire kapısına iliştiren notlar ile sınırlıydı. Okul çıkışında on beş dakika yürüme mesafesinde olan eve ulaşıp da kapıda ‘Biz bilmem ne kafedeyiz’ notunu görünce istikamet değiştiriyorduk. Sonraları çağrı cihazı girdi hayatımıza. Arkadaşım bir İstanbul dönüşü yanında getirip kemerine taktığı cihaz ile ulaşılabilir olmuştu. Çalışma sistemi şu şekildeydi çağrı cihazının, yanlış hatırlamıyorsam 132 aranarak çağrı cihazının numarası verilip kişiye iletilecek olan not söyleniyordu telefondaki sekretere. Sonra o not yazılı olarak cihaza geliyordu; “Bilmem ne kafedeyiz. Bilmem kim’ şeklinde. Bu iletişim ben de cihaz olmadığından tek taraflıydı ama genelde onunla beraber olduğumuzdan bana da mesajlar geliyordu. Annem sınavların bitiminde ben İstanbul’a dönmeden meşhur Eskişehir haşhaşından sipariş vermek istemişti, çörek yapmak için. Gelgelelim 132’yi aradığında karşısına çıkacak kişinin haşhaşı yanlış anlamasından ve başımın belaya girmesini istemediğinden mesajı şöyle göndermişti; ‘Oğlum, geçen istediğimden yine getir. Annen.’… Böylesi daha bir alengirli olmuştu aslında ama önemli olan mesajın yerine ulaşmasıysa başarılı da olmuştu.
Sene 98’in sonlarına gelirken kampüsteki bir kulübeden annemi aradığımda bana şaşırtıcı haberi verdi; “Oğlum telefon aldım”. Ben şaşkınlığı kısa sürede üzerimden atmayı başararak birkaç sene içerisinde edindiğim cep telefonu kültürüyle modeli sordum anneme. Netaş almıştı. Tarif falan etti ama ben annemi ertesi gün değiştirmeye ikna ettim. Piyasadaki bilindik markaları tercih etmek daha doğruydu ve Panasonic mutlu sondu. Artık annemin de bir telefonu ve numarası vardı. O dönemde koca sınıfta parmakla işaret edilecek kadar genç cep telefonu sahibiydi. Ertesi sene bu rakam katlanarak çoğaldı ve benim de buna katkım oldu. Annem telefon ile arayacak pek kimseyi bulamadığından ya da aslında aradığında bulmak istediğinin gurbetteki ben olduğundan kendi telefonunu bana vererek gönderdi beni Eskişehir’e…
Dolaylı yollardan sonra artık direk olarak cebimden ulaşılabilir olmuştum. Tabi bana gelene kadar bir çok arkadaşım da numaralanmıştı. Tek tek rehbere kaydedildi her biri. Zırt pırt aranmaya başladı; "Nerdesiniz?", "Sen de şu dersin notları var mı?", "Maçı nerde izliyoruz?" vs. Biz yazılı iletişime alışmışız ya mesaj denen özelliğine rağbet ediyoruz daha çok? 160 karaktere sığdırmaya çalışıyoruz kelamımızı. Annem de öğrenmek istedi bu mesaj olayını, milletin içinde arayıp beni rahatsız etmek istemeyişinden mesaj atmayı tercih etti. Kendisine en kolay menülü telefonu aldırmıştık ama mesaj yazmanın kolay bir yolu yoktu. "Bak anne A yazmak için bir kere, B için iki, C içinse üç kere bu tuşa basacaksın..." diyerek anlattım. Annemin bana ilk mesajı "TTR UCU ACU" oldu. Öğrenci evinde toplandık telefonun başına, çözmeye çalıştık dakikalarca. En sonunda ben çözdüm yine. TRT3'ü açmamı istiyordu annem. Kimbilir ne vardı da 'ah oğlum da izlesin' diye hemen bana mesaj geçmişti. Biz evde çözüp de kanalı açana kadar Meclis yayınına geçilmişti bile. Sonraları alıştı, harfleri kelimeleri doru yazmaya başladı. Hatta bazı arkadaşlarımın telefon numaralarını da kaydetmişti ve bana ulaşamadığında onlarla da mesajlaşabiliyordu. Bir defasında İstanbul'dan Eskişehir'e gelecek olan bir arkadaşıma gönderdiği "Yavuz'a bir şeyler göndereceğim, akşam bizden alabilir misin?" mesajına gelen "OK" cevabını anlayamamış ve tekrar "Evladım mesajım eksik çıktı, gelebilecek misin?"diye mesaj göndermişti. Arkadaşım kısaltma olduğunu, okey yani tamam demeye çalıştığını ifade edip, 'şu saatte gelebileceğim' diye yazınca da kendisine "OK" diye mesaj göndermişti.
3G (Güzellik, Gizlilik, Gizem)
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Hayata Uyumak
23 Ağustos 2009 Pazar
Doğru
Ortaya koyduğumuz noktanın etrafına çizdiğimiz çemberi büyük bir artı işaretiyle dörde böldüğümüz de dereceler ve değerler oluşur. Yukarıda kalan parçalar (dörtte bir dilimler) artı değer taşırken, altta kalanlar ise eksi değerdedir. Dolayısıyla 0-180 arasındaki dereceler artı, 181-360 arasındaki dereceler de eksi değer alır.
Bizim hayata baktığımız bir açı nerede olursa olsun bize göre doğru iken tam karşımızdaki safta yer alan kişi için ise kendi bakış açısıdır doğru. İşte bu yüzden hayatın genelinde doru veya yanlış diye bir kesin yargı da olamaz. Kanunlar, gelenekler ve ahlak kuralları haricindeki görüşlerde, davranışlarda ve beğenilerde bu bakış açılarına göre herkesin kendi doğrusu vardır. Karşımızdaki kişiyi anlamak için ısrarla bulunduğumuz noktadan bakmaktansa kendimizi onun yerine koyup olaya bir de o açıdan bakmak gerekir. Bu illaki her zaman karşıt görüşleri, beğenileri de onaylamak anlamına gelmez elbette. Sadece onların da kendince doğruluk payı içeridiğini kavrayarak hoşgörülü olmamıza yardımcı olur. Hayatın içinde olan insanlardan bizim bakış açımıza yakın olanlar yanımızda yer alarak eş, dost kısmını oluşturur.
19 Ağustos 2009 Çarşamba
Sen Bakma Bana
18 Ağustos 2009 Salı
Arada Sırada Düşünür
Farklı bir tatildi bu sefer ki. En güzeli olmak için alternatifleri olsa da en özgürüydü kesinlikle. Bir tekneye atılan adımla koptu bütün bağlar. Nerde akşam, orda sabah, koy koy gezildi. Hayal ettiğimiz gibi yıldızları seyrederek uykuya daldık ve sabah üzerimize doğan güneş ile uyanıp yüzümüzü denizde yıkadık. Bir hafta boyunca yarı çıplak yaşadık. Ayaklarımız özgür, bedenimiz özgür. Ne bir tişört ne bir çorap. Sadece dönüşümlü giyilen mayo ve şort mayo idi kostümümüz. Akşam üstleri bira veya şarap, yemeklerde rakı eşlik etti bize. Müziği biz seçtik, yediğimizi önümüze, yemediğimizi ardımıza koyduk. Yedik, içtik ve doyduk.
Son gün karaya yanaşırken herkesi bir hüzün kapladı doğal olarak. Kısa süren bir hikayenin mutlu mesut yaşanan satırları bitmek üzereydi. Kaçınılmaz son ile en keyifli ulaşım aracından en sıkıntılısına transfer olup bedenlerimizi İstanbul'a taşıttık topluca.
Sabah bir arkadaşıma konuyla ilgili veryansında bulunurken bana Bülent Ortaçgil'in şarkısını gönderdi. Resmen durumu özetlemiş. Şarkının adı 'Arada Sırada Düşünür'.
dünyayı sığdırmış evine / beşe dört metre / yüz metre küp hava memnun / dünyası cebindeki kadar / birkaç binlik (birkaç milyon) / birkaç anahtar emin / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür / dünyası gezdiği yollar / evden işe, işten ev kadar kısa / kokladıklarıdır dünyası / limon kolonyası, lavanta...hepsi uçucu / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür / dünyadan okuduğu şeyler / tv haberleri, gazeteler kupon kupon... / dünyası aldıklarının küçük bir listesi / üç, beş, altı... ucuz / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür
-Devam edecek-
7 Ağustos 2009 Cuma
Yokum Ben
6 Ağustos 2009 Perşembe
Araba Dediğin
Sokakta oynadığımız yıllarda herkesin arabası yoktu. Öyle ki dakikalarca top oynar, sokaktan araba geçerken ara verir, lastiklerinin kale direklerini temsil eden taşlara denk gelerek bozup bozmadığını kontrol ettikten sonra oyuna devam ederdik. Otoparklar yoktu ve kaldırım kenarına park edilen arabaların sahipleri tek tek bilinirdi. Doksanlı yılların başında reşit olmama az kalmıştı ve bizimkiler (annem ile babam) kırk bir yaşlarına girerken ehliyetlerini yeni almışlardı. Üstelik her ikiside direksiyon sınavından yüz tam puan alarak (kırk bir kere maşallah her ikisine). Ben ise on sekizimi doldurup sınava girince seksen sekiz puanı anca alabildim. 1991 senesinde bir şekilde bizimkilerin ikinci el Doğan marka araba almaları ile ailece arabalanmış oluyorduk. Bizimkiler, sonra ablam ve en sonunda da ben bu arabada bütün acemiliklerimizi attık. Bu süre zarfında beni rahatsız eden tek şey arabada kasetçalar olmayışıyken, evin bayanları ağır direksiyondan kol kası yapmıştı. Mahalle aralarındaki turlar, yakın mesafe gidiş gelişler ile ufak ufak arabaya ısınmışken babamın bir gün "şu köşeye kadar git, sonra ben alırım" kandırmasıyla kendimi minibüs yolunda bulunca İstanbul trafiğiyle tanışmış oldum. Şu ana beş değişik araba modeli kullandım İstanbul yollarında ve her birinden ayrı keyif aldım.
Doğan L (1995-1997): Ailemizin ilk göz ağrısı. Müziksiz araba kullanmak ızdırap olsa da o yıllarda acemi şoför olduğumuzdan bütün dikkatimizi yola ve aynalara veriyorduk zaten.
Tipo (1997-2007): Tam anlamıyla tadını çıkardığım ve zaman zaman özlediğim arabamız. Her ne kadar ailece satın almaya gittiğimizde eski arabımızı bırakıp onunla dönerken biraz garip olsak da ilk sıfır kilometre arabamız olması sebebiyle tam anlamıyla bizimdi işte. Üstelik radyolu kasetçaları vardı, daha ne olsun. Direksiyonu eskisinden sonra tüy gibi gelmişti. Yedi sene boyunca kahrımızı çekti, her yaz annemleri Karadeniz'e taşıdı. Griydi, güzeldi.
Opel Astra (2004- ): Babamın evdeki ehliyetli başına düşen araba sayısını arttırmak amaçlı sürpriz yaparak aldığı araba. "Araba bu" dedirten, konfor, güç ve her türlü yeniliği barındıran çalınmadan önce lacivert, çalınıp bulunduktan sonra yenisiyle değiştirilen gri araba. Hem de CD çalarlı.
Wolksvagen Polo (2007- ):Annem için alınan, son derece sevimli, kullanması bir o kadar yumuşak olan. Mavi olmasından başka şansı yoktu annemin olduğu için.
Kia Picanto (2004 - ): Eşimin kendi iradesi dışındaki seçimle alınan ama evlendikten sonra benimde severek bindiğim ve otomatik vitesli minik araba. Park problemi yaşatmayan, istepnesi olmadığına kimseyi inandıramadığım gri renkli Kore harikası.
4 Ağustos 2009 Salı
Eskişehir'e Giderken
1 Ağustos 2009 Cumartesi
Yürüdüğüm Yollar
Yürümeye devam ediyorum üst geçide doğru. Ben ve bir sürü kişi köprünün öte yanına geçerken, bir o kadarı da bizim geldiğimiz yöne geçiyor. Uzun boylu, diken saçlı çocuk tamam. Hep aceleci tavırlarla koşturan bayan, o da tamam. Kızını elinden tutarak okula götüren adam, hah köprünün diğer başında belirdi. Belli ki bugün o geç kalmış.
Devam edecek...