30 Ağustos 2009 Pazar

Saç Sakal

İstisnasız herkesin belirli periyotlarda gitmek zorunda kaldığı mekan. Kimimiz daha çok özen gösterir hiç çıkmaz. Kimimiz aydan aydan anca uğrar.Mahalle berberleri, erkek kuaförleri, Altın Makaslar, Kırık Taraklar.. vs. Ben en çok o meşhur Arko traş sabununun kokusunu seviyorum ve her seferinde sakal traşı oluyorum. Standarda yakın saç modelim de zaten 2,5 numara traş edilmiş sakallarımla eş zamanlı uzuyor. Bıyıklar ağzıma girmeye yakın (ayda bir) berberde alırım soluğu. "Ense düzelsin, üstler kısalsın, top sakal 2,5 numara." On yaşımdan beri mahallemdeki (Acıbadem) berbere (bizim manavın üç oğlu ) gider hep aynı kişiye traş olurdum (ortancasına). Okul traşım, tavuk götü, amerikan traşı, ense uzun 3. Lig topçu modeli, uzattığım zaman sırf yanlar, asker traşı, damat traşı... Hepsini istisnasız aynı koltukta oldum. Üniversite yıllarında bile Eskişehir'den İstanbul'a dönmeyi beklerdim traş olmak için. Şimdiler de evlenip mahalle değiştirdik, iş-güç , trafik vesaire derken hep ona gidemiyorum. Acil zamanlar için bir yedek tutmak lazım diyerek yeni mahallemde de (Kozyatağı) bir berber belledim. Şansıma tüm berberlerim Beşiktaşlı. Bu arada fiyatlar da artık coşuyor. Saç traşı 18 TL.

25 Ağustos 2009 Salı

Cevabı Arama

95 senesiydi yanlış hatırlamıyorsam, cep telefonları ülkemizde de görülmeye başlamış, fahiş fiyatlarla alınan cihazlar genelde iş adamlarının ceplerindeki yerini almıştı. O dönemde dershaneye gidiyordum. Sınıfta bir kız arkadaşımızda cep telefonu vardı ve gün içinde sadece babasıyla konuşuyordu tabiatıyla. Muhtemelen de telefonun rehberinde bir iki aile ferdi dışında isim kayıtlı değildi. Hal böyle olunca aklıma çocukluğumuzdaki walki-talki’ler geldi. Nerden geldiyse bir çift antenli olanından vardı bizde. Yan apartmandaki arkadaşımla anlaşır telsizle konuşurduk pencereden pencereye. Oysa ki pencereden pencereye kaş göz işareti yapılacak mesafededik. Bununla yetinmeyip bahçeye çıkar iki ucuna gidip öyle konuşurduk bazen. Konuşacak ne varsa? Bunun öncesi de var aslında evde yapılan, el yapımı telefonlar. İki adet kibrit kutusu, birkaç metre iplik ile işlem tamam. Kibrit kutusunda kibritlerin yerleştirildiği kısımlar çıkartılıp, ortaları iğne ile delinir, ipliğin her iki ucu o kısımlardan geçirilip düğüm atılır. Bu sayede biri konuşurken diğeri kulağına dayayarak iletişim gerçekleşirdi. Gerçi ben hala duyduklarımızın o ipliğin titreşiminden gelen dalgalardan mı yoksa karşımdaki kişiyle aramdaki kısa mesafeden dolayı mı olduğuna emin değilim.

Telefon ile konuşmayı oldum olası sevmemişimdir. Karşıdakinin sesini alma yeteneğim yok denecek kadar az maalesef. Üniversiteye kadar yaptığım telefon görüşmelerinin uzunları bazı maçların devre aralarında on beş dakika ile sınırlıdır. Üniversite için Eskişehir’e geldiğimde ailemle görüşmek için evin yakınındaki postaneye gidip ankesörlü telefonları kullanırdım. Hatta öğrendiğim numarası sayesinde kulübeyi aratıp rahatça konuşurdum. En sinir bozucu olanı da soğukta giyinip, kuşanıp telefon kulübesine gittikten sonra bizimkileri evde bulamayıp telesekreter ile baş başa kalmaktı. Bir keresinde telesekretere “Aradım, yoksunuz” tarzında bir şeyler söyledikten sonra özlediğim muhabbet kuşumuza seslenmek amaçlı “Kuuuşşş, kuuuuşşş, cici kuş, cici kuuuşşş..” diyerek öpücük atarken arkamdan geçenleri fark edip utanmıştım. Muhtemelen beni deli sanmışlardır. Nerden bilecekler kuşun benim her sesimi duyduğunda salonda dört döndüğünü, telefonun üzerine pikeler yaptığını.

Ev arkadaşım ile iletişimimiz ise kantindeki ortak arkadaşlardan rica edilen ‘görürsen söyler misin?’ler ve daire kapısına iliştiren notlar ile sınırlıydı. Okul çıkışında on beş dakika yürüme mesafesinde olan eve ulaşıp da kapıda ‘Biz bilmem ne kafedeyiz’ notunu görünce istikamet değiştiriyorduk. Sonraları çağrı cihazı girdi hayatımıza. Arkadaşım bir İstanbul dönüşü yanında getirip kemerine taktığı cihaz ile ulaşılabilir olmuştu. Çalışma sistemi şu şekildeydi çağrı cihazının, yanlış hatırlamıyorsam 132 aranarak çağrı cihazının numarası verilip kişiye iletilecek olan not söyleniyordu telefondaki sekretere. Sonra o not yazılı olarak cihaza geliyordu; “Bilmem ne kafedeyiz. Bilmem kim’ şeklinde. Bu iletişim ben de cihaz olmadığından tek taraflıydı ama genelde onunla beraber olduğumuzdan bana da mesajlar geliyordu. Annem sınavların bitiminde ben İstanbul’a dönmeden meşhur Eskişehir haşhaşından sipariş vermek istemişti, çörek yapmak için. Gelgelelim 132’yi aradığında karşısına çıkacak kişinin haşhaşı yanlış anlamasından ve başımın belaya girmesini istemediğinden mesajı şöyle göndermişti; ‘Oğlum, geçen istediğimden yine getir. Annen.’… Böylesi daha bir alengirli olmuştu aslında ama önemli olan mesajın yerine ulaşmasıysa başarılı da olmuştu.

Sene 98’in sonlarına gelirken kampüsteki bir kulübeden annemi aradığımda bana şaşırtıcı haberi verdi; “Oğlum telefon aldım”. Ben şaşkınlığı kısa sürede üzerimden atmayı başararak birkaç sene içerisinde edindiğim cep telefonu kültürüyle modeli sordum anneme. Netaş almıştı. Tarif falan etti ama ben annemi ertesi gün değiştirmeye ikna ettim. Piyasadaki bilindik markaları tercih etmek daha doğruydu ve Panasonic mutlu sondu. Artık annemin de bir telefonu ve numarası vardı. O dönemde koca sınıfta parmakla işaret edilecek kadar genç cep telefonu sahibiydi. Ertesi sene bu rakam katlanarak çoğaldı ve benim de buna katkım oldu. Annem telefon ile arayacak pek kimseyi bulamadığından ya da aslında aradığında bulmak istediğinin gurbetteki ben olduğundan kendi telefonunu bana vererek gönderdi beni Eskişehir’e…

Dolaylı yollardan sonra artık direk olarak cebimden ulaşılabilir olmuştum. Tabi bana gelene kadar bir çok arkadaşım da numaralanmıştı. Tek tek rehbere kaydedildi her biri. Zırt pırt aranmaya başladı; "Nerdesiniz?", "Sen de şu dersin notları var mı?", "Maçı nerde izliyoruz?" vs. Biz yazılı iletişime alışmışız ya mesaj denen özelliğine rağbet ediyoruz daha çok? 160 karaktere sığdırmaya çalışıyoruz kelamımızı. Annem de öğrenmek istedi bu mesaj olayını, milletin içinde arayıp beni rahatsız etmek istemeyişinden mesaj atmayı tercih etti. Kendisine en kolay menülü telefonu aldırmıştık ama mesaj yazmanın kolay bir yolu yoktu. "Bak anne A yazmak için bir kere, B için iki, C içinse üç kere bu tuşa basacaksın..." diyerek anlattım. Annemin bana ilk mesajı "TTR UCU ACU" oldu. Öğrenci evinde toplandık telefonun başına, çözmeye çalıştık dakikalarca. En sonunda ben çözdüm yine. TRT3'ü açmamı istiyordu annem. Kimbilir ne vardı da 'ah oğlum da izlesin' diye hemen bana mesaj geçmişti. Biz evde çözüp de kanalı açana kadar Meclis yayınına geçilmişti bile. Sonraları alıştı, harfleri kelimeleri doru yazmaya başladı. Hatta bazı arkadaşlarımın telefon numaralarını da kaydetmişti ve bana ulaşamadığında onlarla da mesajlaşabiliyordu. Bir defasında İstanbul'dan Eskişehir'e gelecek olan bir arkadaşıma gönderdiği "Yavuz'a bir şeyler göndereceğim, akşam bizden alabilir misin?" mesajına gelen "OK" cevabını anlayamamış ve tekrar "Evladım mesajım eksik çıktı, gelebilecek misin?"diye mesaj göndermişti. Arkadaşım kısaltma olduğunu, okey yani tamam demeye çalıştığını ifade edip, 'şu saatte gelebileceğim' diye yazınca da kendisine "OK" diye mesaj göndermişti.


3G (Güzellik, Gizlilik, Gizem)


Gel zaman git zaman on beş sene içerisinde öyle bir hale geldik ki cep telefonuna sahip olmayanlar parmakla gösterilir oldu. Artık değil annem, seksen yaşını aşmış anneannemde de telefon var. TC Kimlik numarasından sonra herkesin bir de telefon numarası oldu nerdeyse. Biriyle karşılaştığınız bir yerde, selamlaştıktan sonra telefon numarasını alarak her daim ulaşabilir oluyorsunuz ona. 'Aradım, evde yoktun' dönemi bitti, 'Aradım, dönmedin' dönemi başladı. Cebimizde o telefon olduğu müddetçe kalbimizin atışı gibiydi çekişi, her nefeste yanımızdaydı. Telefonun kapalı olması endişe verici bir durumdu kimi zaman ya da çalıp çalıp açılmaması ayıptı belki de.

İlk telefonumun aranınca kayıtlı ismi gösterme özelliği yoktu (Sene 98). Bunu ilk öğrenişim biraz enteresan oldu tabi. Kampüste yürürken çalan telefonumda bir numara belirdi ve ben de açıp 'alo' dedim her insan evladı gibi. Karşımdaki kişi isminin ekranda göründüğünü düşünerek olsa gerek direk mevzuya girdi. "Yavuz merhaba n'aber, ya ne diyeceğim, Sen de bilmem ne dersinin geçmiş dönem sınav soruları var mı?". Benden ertesi günkü final için geçmiş dönem sınav sorularının fotokopisini isteyen biriyle konuşuyordum. Elimdeki bu veriye göre hemen düşünmeye başladım. Üniversiteden, kız, sınıf arkadaşım... Tam o sırada devam etti; "Bizim sınav akşam ya ben senden yarın sabah da alabilirim." Üniversiteden, kız, ikinci öğretim... Ben her arandığımda bu şekilde halkaları birleştirme çalışırken bu işin böyle olmayacağına kanaat getirip ikinci telefonumu aldım. O günden bugüne de toplam yedi telefon kullanmışım 11 senede. Az mı, çok mu bilemedim.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Hayata Uyumak

Hayata gözlerimizi açtığımız an aslında uykuya daldığımız andır. Yaşadığımız geçmiş bir rüya, şimdiki zaman bir düş ve gelecek hayalden ibarettir. Gözlerimizi hayata yumduğumuzda bu uykudan da uyanmış olacağız...


...ve geriye dönüp baktığımızda bir tek şeyin gerçek olduğunu göreceğiz; sevgi.

23 Ağustos 2009 Pazar

Doğru

Doğru nedir? Bize öğretilen; iki nokta arasındaki en kısa çizgiydi doğru. Buradan yola çıkarak üzerine konuştuğumuz olayı bir nokta olarak düşünür ve kendimizi de bir başka nokta olarak farz edersek, bakış açımıza göre o olaya yönelik bir çizgi çizebiliriz. Bu da doğru olur. Hayatı da bir nokta olarak ele alalım ve etrafına bir çember çizelim. Bu çemberin üzerine sayısız nokta yerleştirebiliriz. Bu noktalar da hayattaki insanları temsil eder. Her bir insanın hayata bakış açısı da kendine göre doğruyu temsil etmiş olur böylece.

Ortaya koyduğumuz noktanın etrafına çizdiğimiz çemberi büyük bir artı işaretiyle dörde böldüğümüz de dereceler ve değerler oluşur. Yukarıda kalan parçalar (dörtte bir dilimler) artı değer taşırken, altta kalanlar ise eksi değerdedir. Dolayısıyla 0-180 arasındaki dereceler artı, 181-360 arasındaki dereceler de eksi değer alır.

Bizim hayata baktığımız bir açı nerede olursa olsun bize göre doğru iken tam karşımızdaki safta yer alan kişi için ise kendi bakış açısıdır doğru. İşte bu yüzden hayatın genelinde doru veya yanlış diye bir kesin yargı da olamaz. Kanunlar, gelenekler ve ahlak kuralları haricindeki görüşlerde, davranışlarda ve beğenilerde bu bakış açılarına göre herkesin kendi doğrusu vardır. Karşımızdaki kişiyi anlamak için ısrarla bulunduğumuz noktadan bakmaktansa kendimizi onun yerine koyup olaya bir de o açıdan bakmak gerekir. Bu illaki her zaman karşıt görüşleri, beğenileri de onaylamak anlamına gelmez elbette. Sadece onların da kendince doğruluk payı içeridiğini kavrayarak hoşgörülü olmamıza yardımcı olur. Hayatın içinde olan insanlardan bizim bakış açımıza yakın olanlar yanımızda yer alarak eş, dost kısmını oluşturur.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Sen Bakma Bana

Bakma bana öyle kedicik. Gelme sakın peşimden. Çok sevimlisin, baktıkça bakasım geliyor. Alayım seni desem, gittiğim yerde yerin yok. Yanında kalsam, vaktim yok. Sen hemen unutur, oyuna dalarsın da ben takılır kalırım sonra. Ne yedi, ne içti, nerelere gitti? Görüyorum ki bir kap süt konmuş yanı başına. Kim bilir kim? Geçip giden midir, geri dönecek olan mıdır? Bakma bana öyle kedicik. Büyürsün elbet sen de. Alışırsın olan bitene. Saklandığın çalıların arkasından çıktığında karışırsın sen de bu hayatın akışına.

18 Ağustos 2009 Salı

Arada Sırada Düşünür

Tatil dönüşü insanın psikolojisi bir garip oluyor. 'Bir gün önce ne yapıyordum, şimdi ne haldeyim' diye düşünüyor insan. İstanbul'dayken sıkıştığı akrep ile yelkovan arasında, başını da ellerinin arasına alıp düşünmeye bile fırsat bulamıyor. Tatildeyken farkına varıp da dönünce elinde olmayanlar için hayıflanıyor ve yaşadığı güzellikler fotoğraflarda kalıp, bir albüm içinde kendine yer bulduğunda normale dönüş başlıyor. Normali bu mudur pekiyi? Hayatın güzelliği bir tatilde mi saklıdır sadece? Ya da bir hafta sonuna sığar mı? Nedir bu her tatil dönüşünde bizi isyan ettiren şey? Hayatı tatil tadında yaşamak mümkün değilse bile onu anlamlandırıp, tatilden alınan keyfi genele yaymak için ne yapmalı?

Farklı bir tatildi bu sefer ki. En güzeli olmak için alternatifleri olsa da en özgürüydü kesinlikle. Bir tekneye atılan adımla koptu bütün bağlar. Nerde akşam, orda sabah, koy koy gezildi. Hayal ettiğimiz gibi yıldızları seyrederek uykuya daldık ve sabah üzerimize doğan güneş ile uyanıp yüzümüzü denizde yıkadık. Bir hafta boyunca yarı çıplak yaşadık. Ayaklarımız özgür, bedenimiz özgür. Ne bir tişört ne bir çorap. Sadece dönüşümlü giyilen mayo ve şort mayo idi kostümümüz. Akşam üstleri bira veya şarap, yemeklerde rakı eşlik etti bize. Müziği biz seçtik, yediğimizi önümüze, yemediğimizi ardımıza koyduk. Yedik, içtik ve doyduk.

Son gün karaya yanaşırken herkesi bir hüzün kapladı doğal olarak. Kısa süren bir hikayenin mutlu mesut yaşanan satırları bitmek üzereydi. Kaçınılmaz son ile en keyifli ulaşım aracından en sıkıntılısına transfer olup bedenlerimizi İstanbul'a taşıttık topluca.

Sabah bir arkadaşıma konuyla ilgili veryansında bulunurken bana Bülent Ortaçgil'in şarkısını gönderdi. Resmen durumu özetlemiş. Şarkının adı 'Arada Sırada Düşünür'.

dünyayı sığdırmış evine / beşe dört metre / yüz metre küp hava memnun / dünyası cebindeki kadar / birkaç binlik (birkaç milyon) / birkaç anahtar emin / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür / dünyası gezdiği yollar / evden işe, işten ev kadar kısa / kokladıklarıdır dünyası / limon kolonyası, lavanta...hepsi uçucu / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür / dünyadan okuduğu şeyler / tv haberleri, gazeteler kupon kupon... / dünyası aldıklarının küçük bir listesi / üç, beş, altı... ucuz / arada sırada ne yapmalı / kime gitmeli, kimden sormalı diye düşünür

-Devam edecek-

7 Ağustos 2009 Cuma

Yokum Ben

Fotoğraf 2007 senesinin yazından. İki sene sonra aynı sulara, resimdeki olmasa da başka bir tekne ile açılacağız ve bir hafta dönmeyeceğiz. Yokum yani. Sabah alarm ile kalkan, yüzüne bıçak darbeleri vuran adam yok. Yerine güneşle kalkıp yüzünü denizde yıkayan bir adam var. Öğlen yemeğini yarım saate yiyen, telefonları omuzuyla başı arasına sıkıştırarak gözlerini ekrana kilitleyen adam kayıp, sofradan kalkmadan gözlerini batan güneşe mıhlayan biri çıkagelmiş. Akşam yorgunluktan eve kendini zor atan, yediği iki lokmadan sonra televizyon karşısında uyuklayan adam yerini günü heyecanla yaşayan akşamları balığın yanında içtiği rakı kadehi elinde sızanına bırakıyor. Ötekine mi ne oldu, İstanbul'da bekliyor.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Araba Dediğin

Çocukluktan beri etrafımdakilerin araba merakına ortak olamadım bir türlü. Biz futbolcu resimlerinin bulunduğu oyun kartlarını biriktirirken bazıları yarış arabalarının süslediği kartlarla karşılaştırmalar yapmaktaydı kendi aralarında. Kırmızı Ferrariler, 100 kilometreye bilmem kaç saniyede çıkan Audi'ler, son model BMW'ler, kaputunun ucundaki amblemi çalınan Mercedes'ler... hiç biri ilgi çekici olmamıştı benim için. Nedir diye şöyle bir göz attığımda ise rağbet edilmeyen kartlardaki eski model klasik tipli arabalar hoşuma gidiyordu. "Aman canım, o sadece saatte 80 km yapıyor" dediklerinde bile benim için cazibesini kaybetmiyordu o arabalar. Hız tutkumun olmayışına ilerleyen yaşlarımda daha bir memnun oldum kendi kendime. Lise yıllarında on sekiz yaşını doldurmadan araba kaçıran tiplemeler boldu bizim dönemde. Ben ise evimizin hemen karşısındaki sürücü kursunda bir iki tur attıktan sonra ehliyeti alacağım günü bekledim resmi şoför olarak yollara düşmek için.

Sokakta oynadığımız yıllarda herkesin arabası yoktu. Öyle ki dakikalarca top oynar, sokaktan araba geçerken ara verir, lastiklerinin kale direklerini temsil eden taşlara denk gelerek bozup bozmadığını kontrol ettikten sonra oyuna devam ederdik. Otoparklar yoktu ve kaldırım kenarına park edilen arabaların sahipleri tek tek bilinirdi. Doksanlı yılların başında reşit olmama az kalmıştı ve bizimkiler (annem ile babam) kırk bir yaşlarına girerken ehliyetlerini yeni almışlardı. Üstelik her ikiside direksiyon sınavından yüz tam puan alarak (kırk bir kere maşallah her ikisine). Ben ise on sekizimi doldurup sınava girince seksen sekiz puanı anca alabildim. 1991 senesinde bir şekilde bizimkilerin ikinci el Doğan marka araba almaları ile ailece arabalanmış oluyorduk. Bizimkiler, sonra ablam ve en sonunda da ben bu arabada bütün acemiliklerimizi attık. Bu süre zarfında beni rahatsız eden tek şey arabada kasetçalar olmayışıyken, evin bayanları ağır direksiyondan kol kası yapmıştı. Mahalle aralarındaki turlar, yakın mesafe gidiş gelişler ile ufak ufak arabaya ısınmışken babamın bir gün "şu köşeye kadar git, sonra ben alırım" kandırmasıyla kendimi minibüs yolunda bulunca İstanbul trafiğiyle tanışmış oldum. Şu ana beş değişik araba modeli kullandım İstanbul yollarında ve her birinden ayrı keyif aldım.

Doğan L (1995-1997): Ailemizin ilk göz ağrısı. Müziksiz araba kullanmak ızdırap olsa da o yıllarda acemi şoför olduğumuzdan bütün dikkatimizi yola ve aynalara veriyorduk zaten.

Tipo (1997-2007): Tam anlamıyla tadını çıkardığım ve zaman zaman özlediğim arabamız. Her ne kadar ailece satın almaya gittiğimizde eski arabımızı bırakıp onunla dönerken biraz garip olsak da ilk sıfır kilometre arabamız olması sebebiyle tam anlamıyla bizimdi işte. Üstelik radyolu kasetçaları vardı, daha ne olsun. Direksiyonu eskisinden sonra tüy gibi gelmişti. Yedi sene boyunca kahrımızı çekti, her yaz annemleri Karadeniz'e taşıdı. Griydi, güzeldi.

Opel Astra (2004- ): Babamın evdeki ehliyetli başına düşen araba sayısını arttırmak amaçlı sürpriz yaparak aldığı araba. "Araba bu" dedirten, konfor, güç ve her türlü yeniliği barındıran çalınmadan önce lacivert, çalınıp bulunduktan sonra yenisiyle değiştirilen gri araba. Hem de CD çalarlı.

Wolksvagen Polo (2007- ):Annem için alınan, son derece sevimli, kullanması bir o kadar yumuşak olan. Mavi olmasından başka şansı yoktu annemin olduğu için.

Kia Picanto (2004 - ): Eşimin kendi iradesi dışındaki seçimle alınan ama evlendikten sonra benimde severek bindiğim ve otomatik vitesli minik araba. Park problemi yaşatmayan, istepnesi olmadığına kimseyi inandıramadığım gri renkli Kore harikası.

4 Ağustos 2009 Salı

Eskişehir'e Giderken


Haydarpaşa'dan kalktık

Devamında Bostancı
Eskişehir'e yol aldık
İçimde hafif sancı

Yeni okul, yeni şehir
Yepyeni arkadaşlar
Değişiklik iyi gelir
Hayat yeniden başlar

Belki aşk beni bekler
Bilmem artık kaçıncı
Aklımı kimler çeler
Kimdir ki bu yalancı


-Üniversite için Eskişehir'e giderken Başkent Ekspresinden...

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Yürüdüğüm Yollar

İşe yürüyerek gidip geliyorum uzunca bir süredir. Yıllarca serviste yarım kalmış uykularıma devam ederek vardığım işi değiştirdikten sonra evime yakın olan ofise araba ile gidişim ve yürüyüş sürem birbirine eşit olunca ben de yürüyüşü tercih ettim. Trafik insanı daha iş başı yapmadan strese sokan bir şey. Ondan kaçabilmek gerçekten hoş. Yürüyerek gitmenin ise ilginç yanları var. Mesela mutlaka saate göre evden çıkış ayarlansa da yollarda karşılaşılan insanlara göre de adımlar sıklaştırılabiliyor geç kalmışlık endişesiyle. Uzunca bir süre köşe başında sadece kafa selamı vererek servis beklediğim yoldaşlarımı artık göremez oldum mesela. Evden daha geç çıktığım için onlar çoktan servislerindeki yerlerini almış, kimi gazetesini okumakta, kimi kulaklıkla müzik dinlemekte, kimileriyse benim servis kullandığım dönemlerde yaptığım gibi yarım kalan uykularına devam etmektedir muhtemelen. Apartmanın bahçesinden çıkarken yine o yaşlı adamı görüyorum çeşme başında. Taşıyabileceği kadar bir pet şişeye su dolduruyor. Sonra köşe başındaki simitçiyi geçiyorum, camdan tezgahına taptaze simitleri dizmiş, kendi yanında getirdiği plastik kaplardaki peynir zeytini yiyor, muhtemelen bir gün öncesinden alınmış ekmeğiyle beraber. Işıklardan karşıya geçerken aksi istikamette kıyafetlerinden anlaşılacağı üzere biri güvenlik, diğeri kargocu olan iki kişi geliyor birbirleriyle sohbet ederek. Yoluma devam ederken bir ilkokulun önünden geçiyorum. Yürüyüşün en keyifli bölümü burası. Küçücük çocuklar, sırtlarında çantalar ile koşuşturuyor okula doğru. Bazıları ebeveynleri tarafından araba ile bırakılıyor okula, bazılarının ise elleri okulun bahçe kapısından içeri girerken bırakılıyor. Sabahın sekizinde top oynayacak enerji ancak o yaşlardayken bulunur zaten. Bir bağırış, bir çağırış. Ders zili çalana kadar gol atan kazanır.

Yürümeye devam ediyorum üst geçide doğru. Ben ve bir sürü kişi köprünün öte yanına geçerken, bir o kadarı da bizim geldiğimiz yöne geçiyor. Uzun boylu, diken saçlı çocuk tamam. Hep aceleci tavırlarla koşturan bayan, o da tamam. Kızını elinden tutarak okula götüren adam, hah köprünün diğer başında belirdi. Belli ki bugün o geç kalmış.

Devam edecek...