26 Ocak 2010 Salı

Köprü

'Eskisi gibi değil artık...' Zaten olsaydı ona 'eski' demenin bir manası kalmazdı. Attığın her adımda bir önceki ayak izin eskimiş oluyor. Yürüdükçe dallar da yeşeriyor, yapraklar da dökülüyor. Çamurlu yollarda yürürken zorlaşan adım atışlar, çimenlikte koşarcasına hızlanıyor. Ayakta durmayı öğrendiğimiz andan beri de yürüyoruz bu hayatta. Durmaksızın, dinlenmeksizin, dinlemeksizin...

Bazen de köprüler çıkıyor yollarımıza, altından akan suya düşmemek için üzerlerinden geçiyoruz. Kimi büyük kimi ufak bu köprülerin. En sonuncuna da 'sırat' diyorlar. Ona gelene kadar bir sürü köprüden geçip dururken hep bir şeyler dökülüyor ellerimizden. Düşenler kalıyor, biz devam ediyoruz. Anılarımız, bilgilerimiz, yeteneklerimiz, hayallerimiz... Ya suya düşüyor, ya da kayboluyor her bir köprü geçişinde azar azar. Son köprüye çırılçıplak varıyoruz yolun sonunda. Ne elimizde ne de aklımızda bir şey kalmıyor. Bir tek yüreğimizde sarıp sarmaladıklarımız yerli yerinde duruyor.

Şimdi öyle bir köprü çıkmış ki karşıma iki kişi geçmenin imkanı yok. Sıra bana gelmiş ve elinden tuttuğum çocukluğumla birbirimize baka kalmışız köprünün başında. "Geç git" diyor bana gözleriyle, "yeter beni taşıdığın". Oysa ben hiç onsuz kalmamışım, nasıl bırakıp gidebilirim ki. Başımı kaldırıp karşı tarafa bakıyorum, bir el uzanmış beni bekliyor. Sisli havada kimliği belirsiz bu elin sahibinin. Yolun devamı da belirsiz. Geçmek zorunda olduğum köprüye adımımı atar atmaz sallanmaya başlıyor. Belli ki yıkılacak ben geçer geçmez. Köprünün ortasına ilerlerken geriye doğru uzanan kolumun ucunda duruyor hala çocukluğum. Başımı çeviriyorum ama beni bekleyen el kımıldamıyor yerinden. Gayret ediyorum ama yetişemiyorum. Bir elimin parmaklarının ucunda çocukluğum, diğerinde dokunamadığım o el. Derken bir şarkı söylemeye başlıyor çocukluğum. Yaşlanıyorum...

Hiç yorum yok: