24 Ekim 2009 Cumartesi

Ankara & Açılım

Ay başında bir düğün için gittiğim Ankara'dan geldiğimden beri hafiften bir öksürük yakamı bırakmıyordu. Aradan iki hafta geçtikten sonra, bu sefer iş için, tekrar Ankara'ya gitmek zorunda kaldım. Lise yıllarından itibaren bir türlü içimin ısınmadığı Ankara'ya ne zaman adımımı atsam başıma hep ilginç olaylar geliyor. Hani "hasta ediyor beni" derler ya, aynen öyle . Zaten son iki gidişimde de gerçekten hasta olup döndüm. Bir haftadır burun deliklerim tıkalı, ne nefes alabiliyorum, ne uyuyabiliyorum, ne de konuşabiliyorum. Telefon açan müşterilerin çoğu sesimi alamayıp "Yavuz Bey'le görüşecektik" diyorlar. Pazartesi doktor randevüsünden sonra yarım gün istirahat edip işe devam ettim mecburiyetten. Bu hafta sonu dinlenip burun deliklerini ve sesimi açmayı ümit ediyorum. Sonra yine sahnelerdeyim.

Ankara'nın beni hasta edişi öksürük, hapşırıktan ziyade çok daha karışık mevzulardan ileri geliyor. Her ne kadar ayaz havasına alışsam da insanlarına ve o şehirde yaşadıklarıma bir türlü alışamadım bu yaşıma kadar. Son gidişimde metroyu kullanmak üzere bilet almak için sırada beklerken elimde bozuklukları hazırladım. Cebimden çıkan üç adet madeni 1 TL'yi uzatarak görevliden bilet istediğimde aldığım cevap tam da 'dakka bir gol bir' hesabı olmuştu. Biletin tamı tamına üç lira otuz sekiz kuruş olduğunu öğrendikten sonra sıradan çıkıp bir müddet kendi kendime güldüm sinirden. Ülkemin başka neresinde böyle bir fiyat olabilirdi ki? Tekrar sıraya girip biletimi ve bir lira altmış iki kuruş olarak para üzerini alıp metroya bindim. Ostim Sanayi Sitesi'nde inince Ankara'da yaşamaktan en çok çekindiğim şeyle başbaşa kalmıştım. Gideceğim müşterilerin adresleri epey bir karışık olduğundan yadım almam gerekiyordu ve ben Ankara'da pek kolay adres tarifi alamıyordum. Sorduğum her kişiden adığım cevap beni gitmek istediğim yerden önce dumurlar diyarına götürüp getiriyordu. Cesaretimi toplayıp bir büfeciye elimdeki adres yazılı kağıdı gösterdim ve kabataslak tarifi aldım. Hiç de koktuğum gibi olmamıştı ki eliyle gösterdiği yönde ilerlerken yeri kaçırmamak adına bir kişiye daha sorma gafletinde bulundum. "Kardeş şu kağıtta yazan yere bakar mısın, buralarda bir yerdeymiş, nerede?", "İki sokak arkada, sağda", "Teşekkür ederim", "Selam söyle"...?!?... Selam mı söyle?.. Kime? Neden? Nasıl? Cevaplarını bulamadan yoluma devam ettim. Aslında bu en azından tarifi aldıktan sonra şaşırtan cinsten biriydi. Önceki gelişlerimde elimde çantalarla, gitmek istediğim yere hangi otobüsün nereden kalktığın sorduğumda bana "Şu taraftan yürüyerek git yirmi dakika sürmez" diyen, arabayla bulamadığımız Bilkent Oteli'nin yerini sorduğumuzda "Bilkent'te" cevabını verenler de olmuştu.

Adres tariflerinin başlı başına bir hikaye olduğu şehirde çok da dolanmadan sadece müşteri ziyaretleri ve dernek yemeğinden sonra kendimi önce uçağa, sonra da evime zor attım. Sakin geçen bir hafanın sonunda eğer evde dinlenebilirsem şu hastalığı da başımdan atmış olacağım inşallah. Yoksa nefes almak, uyumak, konuşmak ve yemek yemenin ızdıraba dönüştüğü günlerde hayattan aldığım zevk de minimuma inmiş durumda.

Hiç yorum yok: