24 Kasım 2009 Salı

Sancılı Tercihler

Çocuk yaşta düştük bu sevdaya. Vesile olanlar elbette oldu ama gösteren olmadan bulduk kendi yolumuzu. Başka renkler emanet durdu üzerimizde, siyah ve beyaza bürününce eşleşti ruhumuzla bedenimiz. Adını andığımızda içimiz ürperdi, gözlerimiz ışıldadı hep. Önceleri uzaktan yaşadık sevdamızı. Radyo başına mıhlanıp, TRT'nin dönüşümlü yayınlarında yapılan her bağlantıda gol haberi duyacağımızın heyecanıyla bekledik. Tek kanallı dönemde de renklenen ekranlarda da siyah beyaz formayı görmek için kilitledik gözlerimizi ekrana. Onların sahada olduğu her an hayatı durdurduk, sustuk... Duyduk, gördük ve tadına doyamadığımız bu aşkı içimizde hissettikten sonra duramadık yerimizde. Havayı koklamak için adımlarımız onun olduğu yere yöneldi ve sürekli haykırdık sevdamızı.

Babamın elimden tutup da Kadıköy'de oynanan Şenol Güneş'in jübile maçına götürdüğü gün dün gibi hatırladıklarımdan en eskisi. Gittiğim bu ilk maçta, numaralı tribünde babamla beraber Trabzon tarafından seyredişimiz, maçın 4-1 Beşiktaş'ın galibiyetiyle sona ermesi, Şenol Güneş'in fileleri öptükten sonra helikopterle stattan ayrılışı, Sinan Engin'in kırmızı kart görmesi kalmış aklımda. Maç kadar hemen yan tarafımızda bulunan Beşiktaşlıları da seyrettiğimi hatırlıyorum bir de. Bir sene sonra yine aynı stadın maraton tribününde ve Fenerlilerin içinde seyrettik maçı. Mahalleden Fenerli bir arkadaşımla beni götüren yine babamdı ve o günde yandan yandan baktım tribündeki Beşiktaşlılara. Ferdinand'ın muhteşem golü çıkmayacak şekilde yerleşti hafızama. Benim de kendimi ait hissettiğim yere yan baktığım son gün oldu.

Galatasaray'ın şampiyon olduğu önceki yıl Kadir ve Ulvi ağlarken ben de içime akıtmıştım göz yaşlarımı. Uzaktan sevdiğim takımın şampiyonluğu kaçırması yolumdan çevirmemiş aksine daha da bağlanmama sebep olmuştu. 88'de yine Galatasaray ve 89'da Fenerbahçe şampiyonluk yaşarken ben üç yıl boyunca ikinci olan Beşiktaş'ı sevmeye devam ettim. 90 senesinde artık tamamen Beşiktaşlı olarak her maçı ya radyonun başında ya da televizyon karşısında takip ediyordum ve şampiyonluk sevincine ortak oluyordum. Ertesi sene yine böyle bir maç öncesi odamda tüm hazırılıklar tamamlanmışken, siyah-beyaz bulunan her şey sağa sola asılmışken babamın sesi geldi salondan, ailece gezmeye çıkacaktık. O zamanlar ben de henüz küçük radyolardan da olmadığı için maçı kaçıracağım anlamına geliyordu bu. İstemeye istemeye çıktım evden. Gittiğimiz yerde yemekten sonra yürüyüş yaparken uzaktaki bir radyodan gelen spikerin sesine doğru koşar adımlarla yaklaşıp dinleyen amcalara skoru sordum. Yeniliyordu Beşiktaş ve maç bitmek üzereydi. Yenilemezdi Beşiktaş, yenilmemeliydi. Kendimi o kadar kötü hissetmiştim ki herhalde o gün kalede golleri yiyen Engin bile benim kadar üzülmemiştir. Ligin bitimine altı hafta kala takip etmediğim ilk ve tek maçın kaybedilişini kendi suçum olarak görüp affetmemiştim kendimi. Ben dinleseydim kazanırdı Beşiktaş.

İki sene üst üste gelen şampiyonluk sonrasında artık tribünde olma isteğim önlenemez bir hal almıştı. 91 senesinin Eylül ayının ilk gününde sezonun ilk maçı İstanbul'da Gençlerbirliği'yleydi. İnanılmaz bir yağmura rağmen İnönü Stadı'nın tribünlerinde yirmi binin üzerinde seyirci vardı ama ben annemden alamadığım vize sonrası Beşiktaş'la ilk resmi buluşmamı iki hafta sonraya ertelemek zorunda kalmıştım. Ve 14 Eylül 1991... Evden tek başıma çıkıp soluğu kapalı tribünün koltuklarında alışım. Stadyuma girdikten sonra merdivenleri hızlıca çıkıp da sahanın yeşilliğini gördüğümde içime dolan mutluluk. Kimseyi tanımadığım bir yerde tek bir söze ortak haykırış ve her golde sarılmalar. Girerken polis aramasında annemin hazırladığı torbadan çıkan kaya gibi kocaman bir elma sonrası "Bu ne lan ?! Bunu hakemin kafasına atsan yarılır.." diyen polise bir ısırıkla "elmayı atmayacağım, yiyeceğim" deyip de içeri bir elimde torba diğerine ısırılmış elma ile girişim milattır benim. Yıllar boyu defalarca o kapıdan içeri giriyor olacak olsam da heyecanım hiç azalmayacaktı. Hatta başka başka statların merdivenlerini hep o çubuklu formayı izleyecek olmanın heyecanı ile arşınlayacaktım...

Yıllar geçtikçe kah tribünden, kah televizyondan ama hep takibe devam ettim maçları. Maçla aynı saate gelen organizasyonlar, programlar veya teklifler de hep ızdırap oldu. Kimi ertelenebilir olanları başka zamanlara erteledik ama kimileri de bedenimin uzakta, ruhumun statta olmasına sebep oldu. Ailece gidilen Cemal Reşit Rey Konser Salonu'ndaki bir dans gösterisinde mini radyoma bağlı kulaklıktan dinlediğim Ankaragücü maçındaki gollerin sevincini unutamam mesela. Lisedeyken gündüz oynana kupa maçlarını sınıfın bir kaç köşesinde dinlenen radyolarla takip ederdik. 'Gol olmuş' haberlerinin çoğu yalan çıktığından kendi radyomdan dinlemeyi yeğlerdim. Bir keresinde Trabzon'da Feyyaz'ın attığı gol sonrası ön sırayı nasıl tekmelediysek sınıfta acayip bir gürültü kopmuştu. Üniversiteye gitmeden ablamın nişan yemeğinde bile garsonu "Pardon bakar mısınız?" diye çağırarak, maçın skorunu öğrenmesini istemiştim. E tabi sofrada ajan gibi kulağında kulaklıkla oturmak o zamanlar abesti, şimdiki gibi telefonve kulaklıkları yoktu. Doğum günleri, düğünler gibi ertelenemeyecek programlar hep sıkıntı yaratmıştır kombinesi cebinde olanlar için. Ne zaman bir düğün davetiyesi gelse hemen fikstürü arar gözler. O hafta içeride miyiz, dışarıda mı bakar ve eğer içerideyse maç aynı güne denk gelmemesi için dualara başlarız. Tabi tüm ayarlamalara rağmen Federasyonun liglerin ikinci yarısını bir hafta erken başlatmasıyla, kendi düğünümün maç saatine denk gelmiş olması ve salonda girdiğimde ilk masadaki davetlilerin elleriyle bana skoru göstermesi de ayrı bir trajikomik durum olmuştu hayatımda.

Hiç yorum yok: