Çocukluktan, daha doğrusu öğrencilik yıllarından beri bu Pazartesi sendromu vardı etrafımda. Lisemi çok sevdiğimden belki de ben de pek olmazdı aslında. O zamanlar ne internet var, ne cep telefonu. Haberleşmek için okulda toplanmamız lazım illa ki. Üstüne üstlük eğlencenin kendi de okulda. Bu sebeplerden ötürü okula gitmek keyifli, can atılası bir durum. Haliyle Pazartesi de. Tek kötü yanı çalar saat ile uyanmak zorunda kalış ve uykunun en tatlı yerinde gözleri açma mecburiyeti. Üniversite yıllarında da bu pek değişmedi. Sonrasında gelen askerlikte de günlerin hepsi birdi zaten. İşin ilginç yanı bir Pazartesi sabahı teslim olup, bir Cuma sabahında elimde tezkere ile terkedişimdi birliği.
Ne zaman işe başladım, o zaman bu Pazartesi sendromu denen illet ile tanıştım. Hafta sonlarının kıymeti iki kat artarken süresi de bir o kadar azalmıştı sanki. Cuma akşamları sevinç ile kapatılan defterler, ne olduğunun anlamadan geçen haftasonu sonrasında Pazartesi sabahları hüzünle açılır oldu. İsmi Pazartesi sendromu ama başlangıcı Pazar güneşi batmasına dayanıyor. Hatta bazı Pazarlar kahvaltıdan sonra bile merhaba diyebiliyor size. Pazar oynanan çoğu maçın son on dakikasında skordan bağımsız bir üzüntü kaplar içimi. Bir de yorulmuşsam hele değmeyin hüznüme.Pazar günü boyunca uykunun, kahvaltının, gezip tozmanın ve/veya miskinliğin tadına varılırken hemen ertesi günün sabahındaki uyarı tonu ile bütün bunlara veda edilecek olması ve bir hafta süreyle otomatik bir şekilde yaşanılacağının idrak edilmesi bu sendromun sebeplerinden.
Çalışmaya başladığım ilk yıllarda fazlasıyla bu hissiyatlar içinde bir sabah servisi beklerken kurtuldum bu sendromdan. Baktım hayatım boyunca o beni terketmeyecek ve ben yaşadıkça hep karşıma çıkacak ben de kucak açtım. Dedim 'hangi gün olursan ol gel'...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder