6 Ağustos 2009 Perşembe

Araba Dediğin

Çocukluktan beri etrafımdakilerin araba merakına ortak olamadım bir türlü. Biz futbolcu resimlerinin bulunduğu oyun kartlarını biriktirirken bazıları yarış arabalarının süslediği kartlarla karşılaştırmalar yapmaktaydı kendi aralarında. Kırmızı Ferrariler, 100 kilometreye bilmem kaç saniyede çıkan Audi'ler, son model BMW'ler, kaputunun ucundaki amblemi çalınan Mercedes'ler... hiç biri ilgi çekici olmamıştı benim için. Nedir diye şöyle bir göz attığımda ise rağbet edilmeyen kartlardaki eski model klasik tipli arabalar hoşuma gidiyordu. "Aman canım, o sadece saatte 80 km yapıyor" dediklerinde bile benim için cazibesini kaybetmiyordu o arabalar. Hız tutkumun olmayışına ilerleyen yaşlarımda daha bir memnun oldum kendi kendime. Lise yıllarında on sekiz yaşını doldurmadan araba kaçıran tiplemeler boldu bizim dönemde. Ben ise evimizin hemen karşısındaki sürücü kursunda bir iki tur attıktan sonra ehliyeti alacağım günü bekledim resmi şoför olarak yollara düşmek için.

Sokakta oynadığımız yıllarda herkesin arabası yoktu. Öyle ki dakikalarca top oynar, sokaktan araba geçerken ara verir, lastiklerinin kale direklerini temsil eden taşlara denk gelerek bozup bozmadığını kontrol ettikten sonra oyuna devam ederdik. Otoparklar yoktu ve kaldırım kenarına park edilen arabaların sahipleri tek tek bilinirdi. Doksanlı yılların başında reşit olmama az kalmıştı ve bizimkiler (annem ile babam) kırk bir yaşlarına girerken ehliyetlerini yeni almışlardı. Üstelik her ikiside direksiyon sınavından yüz tam puan alarak (kırk bir kere maşallah her ikisine). Ben ise on sekizimi doldurup sınava girince seksen sekiz puanı anca alabildim. 1991 senesinde bir şekilde bizimkilerin ikinci el Doğan marka araba almaları ile ailece arabalanmış oluyorduk. Bizimkiler, sonra ablam ve en sonunda da ben bu arabada bütün acemiliklerimizi attık. Bu süre zarfında beni rahatsız eden tek şey arabada kasetçalar olmayışıyken, evin bayanları ağır direksiyondan kol kası yapmıştı. Mahalle aralarındaki turlar, yakın mesafe gidiş gelişler ile ufak ufak arabaya ısınmışken babamın bir gün "şu köşeye kadar git, sonra ben alırım" kandırmasıyla kendimi minibüs yolunda bulunca İstanbul trafiğiyle tanışmış oldum. Şu ana beş değişik araba modeli kullandım İstanbul yollarında ve her birinden ayrı keyif aldım.

Doğan L (1995-1997): Ailemizin ilk göz ağrısı. Müziksiz araba kullanmak ızdırap olsa da o yıllarda acemi şoför olduğumuzdan bütün dikkatimizi yola ve aynalara veriyorduk zaten.

Tipo (1997-2007): Tam anlamıyla tadını çıkardığım ve zaman zaman özlediğim arabamız. Her ne kadar ailece satın almaya gittiğimizde eski arabımızı bırakıp onunla dönerken biraz garip olsak da ilk sıfır kilometre arabamız olması sebebiyle tam anlamıyla bizimdi işte. Üstelik radyolu kasetçaları vardı, daha ne olsun. Direksiyonu eskisinden sonra tüy gibi gelmişti. Yedi sene boyunca kahrımızı çekti, her yaz annemleri Karadeniz'e taşıdı. Griydi, güzeldi.

Opel Astra (2004- ): Babamın evdeki ehliyetli başına düşen araba sayısını arttırmak amaçlı sürpriz yaparak aldığı araba. "Araba bu" dedirten, konfor, güç ve her türlü yeniliği barındıran çalınmadan önce lacivert, çalınıp bulunduktan sonra yenisiyle değiştirilen gri araba. Hem de CD çalarlı.

Wolksvagen Polo (2007- ):Annem için alınan, son derece sevimli, kullanması bir o kadar yumuşak olan. Mavi olmasından başka şansı yoktu annemin olduğu için.

Kia Picanto (2004 - ): Eşimin kendi iradesi dışındaki seçimle alınan ama evlendikten sonra benimde severek bindiğim ve otomatik vitesli minik araba. Park problemi yaşatmayan, istepnesi olmadığına kimseyi inandıramadığım gri renkli Kore harikası.

Hiç yorum yok: