25 Ağustos 2009 Salı

Cevabı Arama

95 senesiydi yanlış hatırlamıyorsam, cep telefonları ülkemizde de görülmeye başlamış, fahiş fiyatlarla alınan cihazlar genelde iş adamlarının ceplerindeki yerini almıştı. O dönemde dershaneye gidiyordum. Sınıfta bir kız arkadaşımızda cep telefonu vardı ve gün içinde sadece babasıyla konuşuyordu tabiatıyla. Muhtemelen de telefonun rehberinde bir iki aile ferdi dışında isim kayıtlı değildi. Hal böyle olunca aklıma çocukluğumuzdaki walki-talki’ler geldi. Nerden geldiyse bir çift antenli olanından vardı bizde. Yan apartmandaki arkadaşımla anlaşır telsizle konuşurduk pencereden pencereye. Oysa ki pencereden pencereye kaş göz işareti yapılacak mesafededik. Bununla yetinmeyip bahçeye çıkar iki ucuna gidip öyle konuşurduk bazen. Konuşacak ne varsa? Bunun öncesi de var aslında evde yapılan, el yapımı telefonlar. İki adet kibrit kutusu, birkaç metre iplik ile işlem tamam. Kibrit kutusunda kibritlerin yerleştirildiği kısımlar çıkartılıp, ortaları iğne ile delinir, ipliğin her iki ucu o kısımlardan geçirilip düğüm atılır. Bu sayede biri konuşurken diğeri kulağına dayayarak iletişim gerçekleşirdi. Gerçi ben hala duyduklarımızın o ipliğin titreşiminden gelen dalgalardan mı yoksa karşımdaki kişiyle aramdaki kısa mesafeden dolayı mı olduğuna emin değilim.

Telefon ile konuşmayı oldum olası sevmemişimdir. Karşıdakinin sesini alma yeteneğim yok denecek kadar az maalesef. Üniversiteye kadar yaptığım telefon görüşmelerinin uzunları bazı maçların devre aralarında on beş dakika ile sınırlıdır. Üniversite için Eskişehir’e geldiğimde ailemle görüşmek için evin yakınındaki postaneye gidip ankesörlü telefonları kullanırdım. Hatta öğrendiğim numarası sayesinde kulübeyi aratıp rahatça konuşurdum. En sinir bozucu olanı da soğukta giyinip, kuşanıp telefon kulübesine gittikten sonra bizimkileri evde bulamayıp telesekreter ile baş başa kalmaktı. Bir keresinde telesekretere “Aradım, yoksunuz” tarzında bir şeyler söyledikten sonra özlediğim muhabbet kuşumuza seslenmek amaçlı “Kuuuşşş, kuuuuşşş, cici kuş, cici kuuuşşş..” diyerek öpücük atarken arkamdan geçenleri fark edip utanmıştım. Muhtemelen beni deli sanmışlardır. Nerden bilecekler kuşun benim her sesimi duyduğunda salonda dört döndüğünü, telefonun üzerine pikeler yaptığını.

Ev arkadaşım ile iletişimimiz ise kantindeki ortak arkadaşlardan rica edilen ‘görürsen söyler misin?’ler ve daire kapısına iliştiren notlar ile sınırlıydı. Okul çıkışında on beş dakika yürüme mesafesinde olan eve ulaşıp da kapıda ‘Biz bilmem ne kafedeyiz’ notunu görünce istikamet değiştiriyorduk. Sonraları çağrı cihazı girdi hayatımıza. Arkadaşım bir İstanbul dönüşü yanında getirip kemerine taktığı cihaz ile ulaşılabilir olmuştu. Çalışma sistemi şu şekildeydi çağrı cihazının, yanlış hatırlamıyorsam 132 aranarak çağrı cihazının numarası verilip kişiye iletilecek olan not söyleniyordu telefondaki sekretere. Sonra o not yazılı olarak cihaza geliyordu; “Bilmem ne kafedeyiz. Bilmem kim’ şeklinde. Bu iletişim ben de cihaz olmadığından tek taraflıydı ama genelde onunla beraber olduğumuzdan bana da mesajlar geliyordu. Annem sınavların bitiminde ben İstanbul’a dönmeden meşhur Eskişehir haşhaşından sipariş vermek istemişti, çörek yapmak için. Gelgelelim 132’yi aradığında karşısına çıkacak kişinin haşhaşı yanlış anlamasından ve başımın belaya girmesini istemediğinden mesajı şöyle göndermişti; ‘Oğlum, geçen istediğimden yine getir. Annen.’… Böylesi daha bir alengirli olmuştu aslında ama önemli olan mesajın yerine ulaşmasıysa başarılı da olmuştu.

Sene 98’in sonlarına gelirken kampüsteki bir kulübeden annemi aradığımda bana şaşırtıcı haberi verdi; “Oğlum telefon aldım”. Ben şaşkınlığı kısa sürede üzerimden atmayı başararak birkaç sene içerisinde edindiğim cep telefonu kültürüyle modeli sordum anneme. Netaş almıştı. Tarif falan etti ama ben annemi ertesi gün değiştirmeye ikna ettim. Piyasadaki bilindik markaları tercih etmek daha doğruydu ve Panasonic mutlu sondu. Artık annemin de bir telefonu ve numarası vardı. O dönemde koca sınıfta parmakla işaret edilecek kadar genç cep telefonu sahibiydi. Ertesi sene bu rakam katlanarak çoğaldı ve benim de buna katkım oldu. Annem telefon ile arayacak pek kimseyi bulamadığından ya da aslında aradığında bulmak istediğinin gurbetteki ben olduğundan kendi telefonunu bana vererek gönderdi beni Eskişehir’e…

Dolaylı yollardan sonra artık direk olarak cebimden ulaşılabilir olmuştum. Tabi bana gelene kadar bir çok arkadaşım da numaralanmıştı. Tek tek rehbere kaydedildi her biri. Zırt pırt aranmaya başladı; "Nerdesiniz?", "Sen de şu dersin notları var mı?", "Maçı nerde izliyoruz?" vs. Biz yazılı iletişime alışmışız ya mesaj denen özelliğine rağbet ediyoruz daha çok? 160 karaktere sığdırmaya çalışıyoruz kelamımızı. Annem de öğrenmek istedi bu mesaj olayını, milletin içinde arayıp beni rahatsız etmek istemeyişinden mesaj atmayı tercih etti. Kendisine en kolay menülü telefonu aldırmıştık ama mesaj yazmanın kolay bir yolu yoktu. "Bak anne A yazmak için bir kere, B için iki, C içinse üç kere bu tuşa basacaksın..." diyerek anlattım. Annemin bana ilk mesajı "TTR UCU ACU" oldu. Öğrenci evinde toplandık telefonun başına, çözmeye çalıştık dakikalarca. En sonunda ben çözdüm yine. TRT3'ü açmamı istiyordu annem. Kimbilir ne vardı da 'ah oğlum da izlesin' diye hemen bana mesaj geçmişti. Biz evde çözüp de kanalı açana kadar Meclis yayınına geçilmişti bile. Sonraları alıştı, harfleri kelimeleri doru yazmaya başladı. Hatta bazı arkadaşlarımın telefon numaralarını da kaydetmişti ve bana ulaşamadığında onlarla da mesajlaşabiliyordu. Bir defasında İstanbul'dan Eskişehir'e gelecek olan bir arkadaşıma gönderdiği "Yavuz'a bir şeyler göndereceğim, akşam bizden alabilir misin?" mesajına gelen "OK" cevabını anlayamamış ve tekrar "Evladım mesajım eksik çıktı, gelebilecek misin?"diye mesaj göndermişti. Arkadaşım kısaltma olduğunu, okey yani tamam demeye çalıştığını ifade edip, 'şu saatte gelebileceğim' diye yazınca da kendisine "OK" diye mesaj göndermişti.


3G (Güzellik, Gizlilik, Gizem)


Gel zaman git zaman on beş sene içerisinde öyle bir hale geldik ki cep telefonuna sahip olmayanlar parmakla gösterilir oldu. Artık değil annem, seksen yaşını aşmış anneannemde de telefon var. TC Kimlik numarasından sonra herkesin bir de telefon numarası oldu nerdeyse. Biriyle karşılaştığınız bir yerde, selamlaştıktan sonra telefon numarasını alarak her daim ulaşabilir oluyorsunuz ona. 'Aradım, evde yoktun' dönemi bitti, 'Aradım, dönmedin' dönemi başladı. Cebimizde o telefon olduğu müddetçe kalbimizin atışı gibiydi çekişi, her nefeste yanımızdaydı. Telefonun kapalı olması endişe verici bir durumdu kimi zaman ya da çalıp çalıp açılmaması ayıptı belki de.

İlk telefonumun aranınca kayıtlı ismi gösterme özelliği yoktu (Sene 98). Bunu ilk öğrenişim biraz enteresan oldu tabi. Kampüste yürürken çalan telefonumda bir numara belirdi ve ben de açıp 'alo' dedim her insan evladı gibi. Karşımdaki kişi isminin ekranda göründüğünü düşünerek olsa gerek direk mevzuya girdi. "Yavuz merhaba n'aber, ya ne diyeceğim, Sen de bilmem ne dersinin geçmiş dönem sınav soruları var mı?". Benden ertesi günkü final için geçmiş dönem sınav sorularının fotokopisini isteyen biriyle konuşuyordum. Elimdeki bu veriye göre hemen düşünmeye başladım. Üniversiteden, kız, sınıf arkadaşım... Tam o sırada devam etti; "Bizim sınav akşam ya ben senden yarın sabah da alabilirim." Üniversiteden, kız, ikinci öğretim... Ben her arandığımda bu şekilde halkaları birleştirme çalışırken bu işin böyle olmayacağına kanaat getirip ikinci telefonumu aldım. O günden bugüne de toplam yedi telefon kullanmışım 11 senede. Az mı, çok mu bilemedim.

Hiç yorum yok: